14 Nisan 2024 Pazar

Duelles (2018)

 
Yönetmen: Olivier Masset-Depasse
Oyuncular: Veerle Baetens, Anne Coesens, Mehdi Nebbou, Arieh Worthalter, Jules Lefebvre, Luan Adam
Senaryo: Barbara Abel, Giordano Gederlini, Olivier Masset-Depasse
Müzik: Renaud Mayeur, Frédéric Vercheval

Barbara Abel, Giordano Gederlini ve Olivier Masset-Depasse'in senaryosunu yazdıkları, Masset-Depasse'in yönettiği Fransa/Belçika ortak yapımı Duelles ya da İngilizce alternatif ismiyle Mother's Instinct, 60'ların başında Brüksel'de geçen etkileyici bir dram. Hali vakti yerinde, her ikisi de birer erkek çocuk sahibi birbirine komşu iki ailenin başından geçenlerin anlatıldığı Duelles, hızlı ama sindirilebilir biçimde bu iki ailenin günlük rutini eşliğinde Alice - Simon Brunelle ve oğulları Theo ile, Céline - Damoen Geniot ve oğulları Maxime'i seyirciye kabaca tanıtıyor. Fakat komşu olmanın yanında iyi birer arkadaş olan Alice ve Céline hikayenin merkezinde yer alıyor. Oğullarına çok düşkün bu iki annenin ilişkisi, Maxime'in geçirdiği trajik bir kaza sonrasında alt üst oluyor. Kazanın yaşanış biçimine istinaden Alice'e karşı tepki duyan Céline zamanla ilişkisini düzeltse de, bu defa Alice onun kendisini hala içten içe suçladığı düşüncesini aklından çıkaramayıp yavaş yavaş paranoyak bir ruh haline bürünüyor. Hikayenin bu şekilde konuşlanışıyla kendi çapında psikolojik gerilim şartlarını sağlayan senaryo, paranoyası itibariyle Alice'i seyirciye daha yakın tutan bir yol izliyor. Öte yandan yaşadığı acı gereği seyirciyi başka bir açıdan tutan Céline'in konumunu ise, Alice'in içgüdülerinin yönlendirmesiyle tekinsiz bir yere koyuyor. Yaşattığı bu gelgitlerle kendisine istediği gibi özgür hareket alanları yaratan film, iki kadının güçlü annelik duyguları üzerinden saplantılı bir sahiplik çatışması kuruyor.

Alice'in paranoyalarının haklılığı veya yanlışlığı arasında kalan seyirciyi ele geçirdikten sonra, acele etmeden, temposunu da düşürmeden ağlarını örmeye devam eden film, birdenbire değil kademeli biçimde sürprizini ortaya koyunca, geride bıraktığımız bazı sahnelerin belirsizliğini de ortadan kaldırıp haklılığımızı veya düştüğümüz ters köşeleri de yüzümüze vuruyor. Zaten sürpriz olmasının yarattığı etki de budur genelde. Ancak Duelles, annelik içgudüsünün muhasebesini yaparken her iki baş karakterine de belli ölçülerden mesafesini koruyarak, her ikisine de haklı ve haksız denebilecek davranış biçimleri atayarak etki alanını genişletiyor. Bu bağlamda ikinci planda kalan kocalarının etkilerinden ziyade özellikle küçük Theo'nun varlığı çoğu zaman Alice ve Céline arasındaki tansiyonun belirleyicisi oluyor. Dönem şartlarında olduğu kadar günümüzde de kadının annelik kavramı ile edindiği öncelikli statünün fonunda, bu statüsünü yitiren bir kadının ve kendi statüsünü korumak isteyen başka bir kadının gerilen ilişkisi zamansız bir anlam taşıyor. Tabii burada daha kişisel bir yerden hikayeyi okumak durumundayız. Evlat sahibi olmanın evliliği, arkadaşlığı, toplumsal konumu, ruh sağlığını hangi ölçeklerde etkilediğini de değerlendirme fırsatı buluyoruz. Veerle Baetens ve Anne Coesens'in, karakterlerinin her türlü duygularına hakim performansları, yönetmen Olivier Masset-Depasse'in dramı yer yer gerilimle servis eden dengeli anlatımı Duelles'i türünün başarılı örnekleri arasına yerleştiriyor. Filmin Mothers' Instinct adıyla Anne Hathaway ve Jessica Chastain başrollerinde Hollywood tarafından gereksiz biçimde yeniden çekildiğini de ekleyelim.

10 Nisan 2024 Çarşamba

Sentimental (2020)

 
Yönetmen: Cesc Gay
Oyuncular: Javier Cámara, Griselda Siciliani, Belén Cuesta, Alberto San Juan
Senaryo: Cesc Gay

Barselonalı senarist/yönetmen Cesc Gay'in yazıp yönettiği Sentimental, birbirine komşu iki çiftin bir akşam oturmasında yaşadıklarını anlatan komik, eğlenceli, şok edici, bunun yanında gerçekçi, dramatik ve özellikle evli ya da uzun süre birlikte yaşayan çiftler açısından oldukça tanıdık diyaloglarla dolu bir film. Filmin iki çiftinden ilki, 15 yıllık beraberlikleri tatsız ve heyecansız bir mecburiyete dönüşen Julio ile Ana. Ana eşi Julio'dan habersiz bir akşam, onlardan biraz daha genç, daha tutkulu, daha sıcakkanlı komşuları itfaiyeci Salva ile psikolog Laura çiftini evlerine davet eder. İşten günün yorgunluğuyla eve gelen Julio, bu durumdan hiç hoşlanmadığını kendine has alaycı üslubuyla sürekli dile getirse de artık çok geçtir. Başta her şey normal seyrinde ilerler. Ancak sıradan görünen bu ev oturması, misafir Laura ve Salva çiftinin şok itirafıyla bambaşka bir yöne döner. O gece dördü için de duygusal patlamalar, sürprizler, şaşırtıcı diyaloglar, bilinçaltı uyanışları ve beklenmedik itiraflarla dolu bir geceye dönüşecektir. Baştan sona bu dört karakterle tek mekanda geçen Sentimental, zekice diyaloglarıyla ilgiyi hep ayakta tutarak tiyatro aromasını baştan sona koruyan, bu diyalogların yarattığı anlık garipliklerle tatlı tatlı geren bir film. Karakterlerin söyledikleriyle sık sık taraf değiştirdiğimizi, birini haklı bulurken diğerinin aslında çok da haksız olmadığını fark etmek gibi duygu değişimlerini seyirciye sıkça yaşatan Cesc Gay, tıpkı tiyatro atmosferinin yaptığı gibi interaktif bir denge kuruyor.

Şehir dramedilerinin İspanya'daki en önemli isimlerinden biri olan Cesc Gay, özenle kurguladığı karakterleri, özenle kurguladığı olayların öznesi yapmayı çok iyi bilen bir senarist ve yönetmen. Una pistola en cada mano (2012) ve Truman (2015) gibi filmlerinde özellikle erkek bakış açısıyla senaryolar yazmakla eleştirilse de, bunun kadınlara hiçbir zararı yok. Üstelik filmlerindeki kadınları da elinden geldiğince aynı incelik ve dürüstlükle ele almasını iyi biliyor. Temelde tarafsız bir gözlemci veya kendi yaşadıklarından edinilmiş tecrübeleri derleyen bir sinemacı olarak insan ilişkilerine olan hakimiyeti kendini belli etmekte. Söylediği yepyeni şeyler, olağanüstü tespitler yok belki. Ancak farklı kişisel özellikleri, kurguladığı karakterlere uyarlayışındaki özen, başka bir deyişle karakterini boyutlandırışı ustalık taşıyor. Vücut dili, bakışlar, sözler aracılığıyla her bir Cesc Gay karakteri kendisi olmayı becerebiliyor. Aşk, tutku, ihanet, pişmanlık ve ilişkilere dair ne varsa hepsinin üstünden irili ufaklı dokunuşlarla geçen, en önemlisi de sağlam çatışmalar kurarak hem drama, hem de mizaha uygun oyun alanları kuran Cesc Gay senaryoları, zaman zaman sinemadan çok tiyatro formuna uygun "konuşan kafalar" geçidi olmakla eleştirilse de diyalog matematiğinin, giriş, gelişme, sonuç düzeninin tıkır tıkır işlemesi seyirciye belli bir konfor alanı yaratıyor. Ama yine aynı senaryo bu alanları silkelemek, karakterlerinin huzurunu bir parça kaçırmak için yanında taşıdığı hamlelerini kullanmaktan da çekinmiyor.


Sentimental özelinde ise dört karakterimiz var. Ana ve Julio'nun uzun süreli evliliği, gece yatak odalarından gelen şehvet dolu seslerle meşhur komşuları Laura ve Salva'nın ziyaretleriyle test ediliyor. İşin sürprizini bozmamak için filmin kırılma noktasını ifşa etmeyelim. Temelde sadece sıkıcı bir sorumluluğa dönüşmüş evlilik kurumu ile tutku dolu bir birlikteliğin karşı karşıya gelmesinden doğan komik, dramatik, zeki diyaloglarla bezeli bir senaryo var önümüzde. Eşlerin yıllar içinde birbirlerine alışmış olmalarından ötürü unuttukları nezaket, dürüstlük, anlayış, cinsellik hangi durumlarda bu çiftlere tekrar hatırlatılabilir sorusuna çok parlak bir durum kurgulayan Cesc Gay, bu durumun aşırılığını, rahatsız ediciliğini dengeli ve olgun bir mizahla sağaltıyor. Ama bir yandan da dört duvar arasındaki bir komşu oturmasının sıra dışı bir sohbete dönüşmesiyle yaşanan tuhaflıkların bu denge ve olgunluk içine sızmasına izin veriyor. Bu düzenek, oyunculuklar için de son derece kullanışlı. Mesela sohbet normal seyrinde ilerlerken bir tarafın beklenmedik cümlesi üzerine ortamın saniyeler içinde buz kesmesi ve o cümleyi duyan karşı tarafın şoktan normale dönüşümü onlarca sahnede performansları şahlandırıyor. Ana ve Julio'nun cinsiyet rollerinden start alan çatışmalar, Laura ve Salva'nın gelmesiyle cinsellik tabanlı çatışmalara evriliyor. Bu evrim tüm çatışmaları bir çatı altında toplayıp, filmin süresini bile aşıp saatler sürecek tartışmaların, ikilemlerin, çıkmazların önünü açıyor.

Özellikle filmin ana hedefi olan Ana - Julio çiftinin yıpranmış evliliklerinin masaya yatırılması oya gibi işlendikçe o kadar işlevsel hale geliyor ki, dolu bir barajın kapaklarının açılması misali ikilinin içlerinde uzun süredir biriktirdiklerini birbirlerine açtıkları müthiş bir bölüm izliyoruz. Burada Laura - Salva çifti de o işlevselliğin bir parçası, tamamlayıcısı oluyorlar. Psikolog Laura'nın sevgi kelebeği müdahaleleri, aklı uçkurunda Salva'nın şapşallıklarıyla dengelenirken anlık duygu değişimleri keyfi çıkarılacak bir tecrübeye dönüşüyor. Süreç ilerledikçe mizah tonu zekice örülmüş bir yumuşak geçişle dram tonuna kayıyor. Performans şahlanışlarından bahsetmiştik. Özellikle Cesc Gay'in favori aktörlerinden Javier Cámara ve Griselda Siciliani, Ana ve Julio rollerinde devleşiyorlar. Normalde komedi oyuncusu olarak bir kariyere sahip olmamalarına rağmen, senaryonun da marifetiyle bu alana da hakim bir görüntü veriyorlar. Fakat asıl marifetleri, birbirlerini sevdiklerini anlamaları için çeşitli itici güçlere ihtiyaç duyan, onu da hiç ummadikları biçimde bulan evli çift olarak gösterdikleri dram performanslarında daha da belirginleşiyor. Belén Cuesta ve Alberto San Juan ise Laura ve Salva rollerinde renkli ve son derece ihtiyaç duyulan yan karakterler olarak dörtlüyü tamamlıyorlar. Sentimental, Cesc Gay'in kariyerindeki en iyi filmlerden biri olduğu gibi, romantik komedi kontenjanından en iyi filmler seçkilerine de girmeyi hak eden bir yapım. Ana ve Julio için olduğu kadar, filmin radarına girmiş seyirciler için de unutulmaz bir gece.

31 Mart 2024 Pazar

Largo Winch (2008)



Yönetmen: Jérôme Salle
Oyuncular: Tomer Sisley, Kristin Scott Thomas, Miki Manojlovic, Mélanie Thierry, Gilbert Melki, Karel Roden, Steven Waddington, Anne Consigny
Senaryo: Jérôme Salle, Julien Rappeneau
Müzik: Alexandre Desplat

İş adamı Nerio Winch ölünce, şirketinde iktidar savaşı başlar. Yönetim kurulu üyeleri eski patronlarının herkesten gizlediği Largo adında bir oğlu olduğunu öğrenince şaşırırlar. Maceraperest, isyankâr ve savaşçı bir ruha sahip Largo, tehlikeli bir yaşam sürmektedir. Babasının öldüğünü öğrenince, şirketin kontrolünü ele geçirmek için amansız bir mücadeleye girişir.

Uzun bir aradan sonra film izleme fırsatı bulduğum zaman diliminde gördüğüm (görmek zorunda kaldığım!) Largo Winch adlı Fransız aksiyonu, o zaman dilimini "vakit geçirmek" yönünden tatmin etti diyebilirim. Sinema elbette genel anlamda bir vakit geçirme sanatı değil. Zaten bu film de sanatsal yönleriyle değerlendirilecek türden değil. Çizgi romandan TV dizisine kadar uzanan bir geçmişi varmış. Filmi çekildiğinden de yakın zamana kadar haberim bile yoktu. Sürüklemesi, aksiyonu, entrikası, şunu bunu derken suya sabuna dokunmadan kendini izleten bir yapıda. Sinema tarihine damgasını vursun diye çekilmemiş, daha çok bir grup insanın "Cumartesi akşamı sessiz sinema geyiğine girmeyelim, oturup kuruyemiş eşliğinde 100 dakikalık bir film izleyelim, sonra da normal hayatlarımıza geri dönelim" zihniyetine hitap eden bir film.

Saydığım özelliklerden özellikle "entrika" kısmını cımbızlamak isterim ki, filmin olabildiği kadar en yağsız, kemiksiz kısmı da orasıydı sanırım. Film entrika yönünden öyle tekinsiz bir ortam yaratıyor ki, Largo Winch rolündeki Berlin asıllı başrol Tomer Sisley dışında kimseye güvenemeyecek hale gelebiliyorsunuz. Bir süre sonra sürprizleri adeta otomatiğe bağlayan filmin aksiyon ıvır zıvırlarını, dramatik klişelerini dahi fazla takmamaya başlıyorsunuz. Çizgi roman oluştururken belki borsa simsarlarından veya işletme mastırı yapmış takım elbiselilerden de yardım alınmış olabileceğini düşünüyorsunuz. Miki Manojlovic, Kristin Scott Thomas, Karel Roden gibi çok beğendiğim oyuncuların, oyunculuklarını değil de karakter dolduruşlarındaki yeterliliği görüp filmi daha izlenilir kılmalarına yakınlaşabiliyorsunuz. Gerisi zaten malum.

21 Mart 2024 Perşembe

Double Blind (2023)

 
Yönetmen: Ian Hunt-Duffy
Oyuncular: Millie Brady, Pollyanna McIntosh, Akshay Kumar, Diarmuid Noyes, Brenock O'Connor, Abby Fitz, Shonagh Marie, Frank Blake
Senaryo: Darach McGarrigle
Müzik: Die Hexen

Darach McGarrigle'nin senaryosunu yazdığı, Ian Hunt-Duffy'nin ise yönettiği İrlanda yapımı Double Blind, Blackwood adlı bir ilaç şirketinin yeni bir ilaç için yapacağı deneylere katılan yedi gencin yaşadıklarını anlatan bir psikolojik gerilim. Gerçi bir süre sonra psikolojik gerilime kanlı bir şiddet de ekleniyor. Yönetmenin de, senaristin de ilk uzun metrajı olmasına rağmen, formüllere sadık kalındığı ve gayet iyi işlendiği, kurgulandığı, oyuncuların iyi yönetildiği düşük bütçeli yapımlardan biri. Yedi denek arasında bulunan Claire'in tarafında kalarak izlediğimiz film, bize onun son kalan veya kalanlardan biri olacağını önceden söylemiş oluyor. Diğerlerinin aksine, bu tip deneylere ilk kez katılıyor oluşuyla da seyirciye yakın tutuluyor. Geçmişiyle alakalı bir travması da olmazsa olmazlar arasında. İlaç deneyleri sürerken bazı komplikasyonlar ortaya çıkmaya başlıyor ve denekler uykusuzluk çekiyorlar. Uyumama süresi arttıkça bir şeylerin ters gittiğini uyuduklarında ise onları korkunç bir sonun beklediğini anlamaları uzun sürmüyor. Benzer filmlerin izleğinden adım adım giden, karakterlerini de kabaca seyirciye tanıtan film, denekler arasına bir tıp öğrencisi de koymak suretiyle bilimsel anlamda tutarlılık sağlama amacı güdüyor. Deneyin yapıldığı tesisin ilk trajediden sonra otomatik olarak kapanmasıyla klostrofobiyi de garanti altına alıyor. Böylece hem önce uyutmayan, sonra da uyunduğu zaman ölümcül olan bu deneysel ilacın yarattığı tehdit, hem de karakterler arasında hayatta kalmaya yönelik psikolojik gerilim kurgulanıyor.

"Kontrolden çıkan deney" konulu filmler direkt olarak korku/gerilim öğeleri çağrıştırdığından Double Blind'ın da bir istisna olması beklenmemeli. Ama belki de en mühimi olayın psikolojik gerilim yönünü etkili biçimde ele alabilmek. Film bunu çok da farklı yollardan yapıyor sayılmaz ama elinde iyi bir koz var: Uyku. Deneyi yapan şirketin gizemi, belli bir süre geri sayım eşliğinde deney tesisinde kapalı kalma, hayatta kalabilmek için deneklerin birbirine düşmeleri gibi her formül benzer filmlerin izinden gidiyor. Örneğin, mahkum veya gardiyan olmanın psikolojik etkileriyle ilgili Stanford Üniversitesi'nde psikolog olan Philip Zimbardo liderliğindeki bir grup araştırmacı tarafından 1971'de yapılan Stanford hapishane deneyinden esinlenen 2001 yapımı Das Experiment'ta suç psikolojisi, 2019 yapımı The Platform'da ise beslenme temalı deneyler ve sonuçlarını izlemiştik. Hangi amaca hizmet ettiğini bilmediğimiz Blackwood deneyinde deneklerin uykusuz kalması, bir süre sonra da uykunun ölümcül bir düşmana dönüşme fikri iyi çalışıyor. Özellikle uyumamanın yarattığı gerilim, hatta bir ara uykunun bir seri katil gibi kullanılması düşüncesi, deneklerden biri olan Amir'in sırlarıyla birleşince filmin gerilim çeperi genişliyor. Yönetmen Ian Hunt-Duffy bir ilk filme göre daha önce yazılmış kurallar ne diyorsa yerine getirmiş. İstenirse devamı da getirilir. Ama gerekli olup olmadığı da tartışılır. Çeşitli dizi ve filmlerde yan roller almış Millie Brady, Claire rolüyle filme başrol olarak çok uygun olduğunu göstermiş. Düşük puanlarına rağmen pişman etmeyen filmi gayet iyi taşımış.

12 Mart 2024 Salı

American Fiction (2023)

 
Yönetmen: Cord Jefferson
Oyuncular: Jeffrey Wright, Sterling K. Brown, Issa Rae, Erika Alexander, Tracee Ellis Ross, Leslie Uggams, Myra Lucretia Taylor, John Ortiz, Adam Brody, Raymond Anthony Thomas
Senaryo: Cord Jefferson, Percival Everett
Müzik: Laura Karpman

Cord Jefferson'ın Percival Everett kitabı Erasure'dan uyarlayarak senaryosunu yazdığı, Jefferson'ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu American Fiction, özellikle Amerika'da çok önemli bir sorun haline gelen ama Amerika dışında daha evrensel boyutlarda da karşılığı olan bir meseleye kendi penceresinden bakan bir film. Çok satmayan kitaplar yazan bir yazar olan Thelonious 'Monk' Ellison, küfür, argo ve hiçbir yere varmayan günlük konuşmalarla dolu "siyah" dilini kullanan ifade biçimleri ve kitaplardan kâr eden düzenden bıkmış bir entelektüel. Son zamanların en çok satan kitaplarından biri de genç siyah bir yazar olan Sintara Golden'ın bu türde yazdığı ve bu mantıkla pazarlanan "We's Lives In Da Ghetto". Katıldığı kitap fuarında en çok ilgiyi bu kitap görünce, son yazdığı kitabı bir türlü basılmayınca, üstüne ders verdiği kurumdan birazdan bahsedeceğimiz bir sebepten dolayı uzaklaştırma alınca memleketine dönen Monk, orada doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah erkek kardeşi Cliff ve Alzheimer başlangıcından muzdarip annesiyle buluşur. Beklenmedik bir trajik olay ve annesinin evinin karşısında oturan çekici avukat Coraline yüzünden orada kalması daha uzun sürecektir. En İyi Film, En İyi Erkek (Jeffrey Wright), En İyi Yardımcı Erkek (Sterling K. Brown) En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Müzik dallarında Oscar adaylığı olmak üzere genellikle ABD festivallerinden 160'ın üzerinde adaylık, 50'nin üzerinde ödül kazanan American Fiction, bunlardan En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ını almış, adeta bir hiciv madeni gibi konusuyla çok iyi bir komedi dram dengesi tutturmuş filmlerden.

Amerikan toplumunun dil yozlaşması özelinde ve kültürel yozlaşma genelindeki rantı keşfeden yayın, müzik ve film endüstrisinin kurduğu sömürü düzeni, her türlü vasata olan ilgi ve övgüyü besliyor. Sırf yazarı siyah diye niteliksiz kitapların çok satması, o kitapların film uyarlamaları için girişimlerde bulunulması, üstelik bunu yapan yayıncıların, yapımcıların ve yönetmenlerin çoğunun beyaz olması artık yaygın bir durum. Alt sınıfa hitap eden, yoksul, mazlum, öteki bireylerin klişe yükseliş hikayelerinde ve onların dili yozlaştırmalarında hemen her toplum benzer yaklaşımları ve istismarları tecrübe etmekte. Kitap, film, dizi artık format ne olursa olsun buradaki satış potansiyeli bilimin, sanatın, akademik içeriklerin sahip olduğundan çok daha fazla. Monk ve onun gibi bu işleyişten rahatsız olan azınlığın kabullenemeyişleri bir şeyleri değiştirmiyor. Film, bu durumu Amerika ile sınırlı tutarak oradaki afro amerikan hassasiyetlere bakmak amacında. Amerikan polisinin siyahlara yönelik önyargılı ve şiddet hevesli olması, buna bağlı olarak "Black Lives Matter" hareketinin yükselişi, politika, spor, sanat gibi her alanda siyah kenetlenişi (ve bir yan etki olarak alınganlığı) yeni sayılabilecek toplumsal bir  duyarlılık "modası" da başlattı. Hatta "Oscar so white" adında bir hareket yüzünden, sırf kampanyası yapıldığı için hak etmediği düşünülen siyah oyuncular aday gösterildi, ödüller aldı, hak ettiği düşünülen siyah isimler görmezden gelindi.


Bazı hassasiyetlerin zorlamalığı, ikiyüzlülüğü, politik doğruculuğu gerçek hayata o kadar entegre oldu ki, samimiyet ve akım arasındaki farkı ayırt etmek refleksi de köreldi. Bir siyah olarak Monk, ders verdiği sınıfta tahtaya içinde "nigger" kelimesi geçen bir eser adı yazdı diye beyaz bir öğrencinin popülist baskısına maruz kalıyor mesela. O sahne Monk'un tavrından ötürü "bir siyah olarak ben bile bu kelimenin ders esnasında kullanılması gerekliliğinden rahatsız olmuyorsam, bir beyaz olarak sana ne oluyor" cümlesini seyircinin kafasında kurdurmayı başarıyor. Irkçılık karşıtı olmanın yarattığı buna benzer popülizm örneklerinin vasatı övme seviyesine varması önemli bir paradoks. "Halk bunu istiyor" argümanı da ne yazık ki doğru. Çoğunluk vasatı seviyor ve övüyor. Sintara Golden'ın sokak diliyle yazdığı kitabın popüler bir bestseller olmasındaki anlamı bir akademisyen yazar olarak kabullenemeyen Monk'un merak edip kendisi de takma bir isimle bu tarz bir kitap yazması, bu kitabın da bestseller olması, üstüne popüler bir Hollywood yönetmeninin filme uyarlama teklifi, süreci bizzat tecrübe etmesini sağlıyor. Hikayenin bu hızlı başarı aksı biraz absürt görünse de asıl amaca hizmet eden bir yapıda. Monk'un apar topar yazdığı (adını da "Fuck" diye değiştirdiği) kitabını farklı bir personayla yayınlama süreci çok hızlı işliyor. Hatta kaçak bir mahkum yazar dümeni de bizzat yayıncı tarafından uyduruluyor. Tüm bu illegal tasarlamaların, vasatlığın, sokak dilinin günümüz edebiyat dünyasındaki satma gücü karşısında hayretler içinde kalan Monk, "ne kadar saçmalasam o kadar çok kazanıyorum" diyerek durumunu çok iyi özetliyor.

Filmin günümüz siyah - beyaz eşitliği/eşitsizliği paradigmalarına modern edebiyat üzerinden bakışı zeki, komik, ana akım, bağımsız ve potansiyellerle çevrili bir karışıma sahip. Potansiyel demişken, ne zaman karşı karşıya gelecekler diye beklediğimiz Monk ve Sintara diyaloğu filmin en iyi sahnelerinden birini oluşturuyor. Siyahların "potansiyelinin" Sintara'nın "potansiyel, insanların önlerindeki şey yeterince iyi olmadığında gördükleri şeydir" karşılığından da anlaşılabileceği üzere, ne kadar entelektüel olursa olsun, Monk gibi insanların bile bilinçaltında siyah kültürünün, sanatının, toplumsal yapılanmasının potansiyel olarak kaldığı, "yeterince iyi olmadığı" görüşü varlığını hep sürdürüyor. Kölelik çağından gelen, özellikle 70'lerde Nixon, 80'lerde Reagan ile ivme kazanan ırkçılığın sebep olduğu "her türlü kötülüğün kaynağı siyahlar" kodlamasını Amerikan toplumundan bir anda söküp atmak, bağnaz zihinlerde önyargıların kökünü kurutmak o kadar kolay değil. Bu ötekileştirmeye karşı geliştirilen, köklerinde merhamet ve üstünlük izlerine bile rastlanabilecek popülizm samimiyetsizliğine karşı bağışıklık geliştirdiğini sanan, ama hala siyahları "potansiyel" olarak görmekten kurtulamayan Monk ve Monk gibiler için müesses nizama uymanın yollarından biri de kendi kültürünün ya da genel anlamda toplumun vasata olan ilgisine yaslanmak. Monk akademisyenliğinden, yazım stilinden, hatta kişiliğinden ödünler vermeye başladığı andan itibaren popüler olmaya, para kazanmaya, itibar görmeye başlıyor. Bu durumun evrensel boyutlardaki yansımalarına ırk, dil, milliyet fark etmeksizin hepimiz şahidiz.


Everett'in kitabı ve Jefferson'ın senaryosu bu hiciv yoğunluğu içine bir eve (ve geçmişe) dönüş hikayesi de almış. Ama bu benzemezliği farklı iki kanaldan götürmeyi de becermiş. Monk'un Alzheimer pençesindeki annesi Agnes, doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah olan erkek kardeşi Clifford, avukat komşusu Coraline, evlerinin emektar çalışanı Lorraine de filmin diğer karakter parçalarını oluşturuyor. Bu parçaların Monk ile olan ilişki dinamiklerinin, Monk'un yukarıda saydığımız edebiyatın popüler / entelektüel dinamikleriyle olan derdi arasında organik bir bağ bulunmuyor. Bu anlamda bazen dağınık bir görüntü verse de olduğu gibi kabul etmek güç olmuyor. Keza, özellikle siyah kültür ve edebiyatı üzerindeki vasatlık hevesi ele alınırken zaman zaman eleştirdiği şeye dönüşmesi, yer yer karikatürize olması, önemli aşamaları oldu bittiyse getirmesi, belki de bir uzun metraj filme dönüştürülme sürecindeki sıkışmışlığın sonucu olabilir. Sonuç olarak American Fiction, mizahını, zekasını, edebi ve kültürel meselesini ifade edebilmiş bir film. İsminin Thelonious olması nedeniyle 1917-1982 yılları arasında yaşamış Amerikalı efsane caz piyanisti ve besteci Thelonious Monk'un "Monk"uyla anılan Thelonious Ellison rolünde izlediğimiz Jeffrey Wright, ketum görünen performansına ustalıkla dram ve mizah sığdırıyor. Oscar adaylığı dışında en bilineni Film Independent Spirit olmak üzere çeşitli festivallerin gözden kaçırmadığı bu performans, 2023'ün en özel ve filmin değişken ruh hallerine en uygun işlerinden biri.

29 Şubat 2024 Perşembe

Le règne animal (2023)

 
Yönetmen: Thomas Cailley
Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert
Senaryo: Thomas Cailley, Pauline Munier
Müzik: Andrea Laszlo De Simone

Thomas Cailley ve Pauline Munier'in yazdığı, 2023'teki ilk uzun metrajı Les combattants ile başta Cannes Film Festivali'ndeki farklı seçkilerde 4 ödül olmak üzere pek çok festival tarafından kucaklanan Cailley'in yönetmenliğini yaptığı Belçika/Fransa ortak yapımı Le règne animal (The Animal Kingdom), fantastik unsurlar içeren hem bir baba-oğul, hem de büyüme hikayesi olarak dikkat çekiyor. Bilinmeyen bir mutasyon yüzünden bazı insanların yavaş yavaş farklı hayvanlara dönüştükleri kurmaca bir yakın gelecekteyiz. Bu tuhaf salgının artık herkesçe bilindiği ama sebeebinin ve çaresinin henüz bilinmediği bir evrede filme dahil oluyoruz. Kulağa birkaç yıl önce yaşadığımız Covid-19 kabusu gibi geliyor olsa da, onunla birlikte başka metaforlarla katmanlaşan bir dram/gerilim örneği. Aşçı olan François'nın eşi Lana da bu salgına yakalanmış ve bir hayvana dönüşmeye başlamıştır. 16 yaşındaki oğlu Émile ile artık konuşma yetisini kaybeden, iyice hayvan-insan karışımı bir hale gelen eşini sık sık ziyaret etmektedir. Lana'nın başka dönüşenlerle birlikte güneye nakledileceğini öğrenen François, Émile'i de alarak güneye taşınır. Ancak nakil arabasının yaptığı kaza sonucu dönüşenlerden bazıları ölür, bazıları yaralanır. Lana ise kayıptır. Eşini bulmayı saplantı haline getiren François, oğlunun da hayatını güçleştirmeye başlar. Bir de üstüne Émile'de de mutasyon belirtileri ortaya çıkınca içinden çıkılması zor bir sürece girerler. Tabii tüm bunlar olurken mutasyon kapanlar ve kapmayanlar olmak üzere kamuoyunda bir kamplaşma çoktan başlamıştır.

Fikir olarak ilham veren bir konuya sahip olmakla o fikri bir senaryoyla pratiğe dökmek her zaman mümkün olmayabiliyor. Thomas Cailley ve Pauline Munier hem baba François, hem oğul Émile, hem de ikisinin ortak kanallarından sürdürdüğü anlatımını bu fikir üzerine inşa ettikleri için Hollywoodvari bir post-apokaliptik hayatta kalma klişesinden kurtulmuşlar. Gerçi tasarladıkları hikayede de belli klişeler yok değil. Fakat en azından büyük resmi daraltınca hikayelerine daha fazla yer ayırabilmiş, klişeleriyle orijinal fikirlerini bir arada işleme imkanı bulabilmişler. Öbür türlü bu fikirden gişe canavarı bir aksiyon veya Shaun Of The Dead tipi bir komedi bile çıkarılabilirdi. Hatta Walking Dead veya The Last Of Us misali uzun soluklu bir dizi bile olabilirdi. İşte buna benzer yüksek potansiyele sahip fikirleri küçültmek, La régne animal gibi hikayelerin başarısını arttırabiliyor. Bir baba-oğulu odağına alan film, karısını bulmak uğruna her şeyi göze alan François ile, bir yandan çevre ve okul değiştirmek zorunda kalan, bir yandan da bir kurda dönüşmeye başlayan liseli oğlu Émile arasındaki bu yeni anormalliğin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekiyor. Ama bununla yetinmeyip, hayvana dönüşme pandemisinin ortaya çıkaracağı sonuçları da bu fotoğraflardan oluşan albüme ekliyor. Söz konusu pandemi, bir zombi virüsü veya bakteriyel bir bulaşıcı hastalık değil de, belirli hızda bir hayvana dönüşme olunca, filmin duruşu katmanlaşıyor, vereceği mesajlar çeşitleniyor.

"Hayvana dönüşme" ifadesi, teknik olarak aslında kimin kime dönüştüğünü, evrimsel süreç düşünüldüğünde insan denen canlının da başka tür canlı formlarından buralara geldiğini hatırlarsak ne derece doğru tartışılır. Dönüşüm geçirenlerin, hala insan kalanlar tarafından sanki kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi ötekileştirilmesi, nefret söylemlerine maruz kalması, hatta avlanmaya çalışılması, bizi doğa ve insan arasındaki mücadelenin çetrefilli yollarına sokuyor. Tabii ötekileştirme, nefret söylemi deyince göçmen meselesi de başka bir kanaldan okunabiliyor. Rastgele hayvanlara evrilmeye başlayan insanların bir zamanlar yaşadıkları şehir hayatına uyamamaları, normal insanlar tarafından dışlanmaları, onların da ormanın gizli saklı köşelerine çekilmeleri kesinlikle bu okumalara zemin hazırlamak için düşünülmüş. İnsanın her şeyi hak gören bencilliği, kendini evrenin en üstün varlığı sanan ukalalığı, tüketen, yok eden vurdumduymazlığı karşısında tasarlanmış en yaratıcı cezalardan biri de doğanın onlara bu şekilde kendisinin bir parçası olduklarını hatırlatması olsa gerek. En son Fransa'nın Oscar'ı sayılan César Ödüllerinde 12 dalda aday olup bunlardan en iyi sinematografi, orijinal müzik, ses, görsel efekt, kostüm olmak üzere beşini alan Le règne animal, tecrübeli aktör Romain Duris'in, hele de Émile rolündeki genç oyuncu Paul Kilcher'in yavaş yavaş bir hayvana dönüşmeye başlamasıyla zirve yapan performansları mutlaka görülmeli. Le règne animal, bazı fikirlerin bir gün fikir olmaktan çıkıp farklı şekillerde de olsa gerçekleşebileceğine, hepimizin bir gün "ötekiye" dönüşebileceğimize dair çarpıcı bir kurmaca.

18 Şubat 2024 Pazar

Perfect Days (2023)

 
Yönetmen: Wim Wenders
Oyuncular: Koji Yakusho, Arisa Nakano, Tokio Emoto, Aoi Yamada, Aoi Yoshida, Yumi Asô
Senaryo: Wim Wenders, Takuma Takasaki

Wim Wenders ve Takuma Takasaki'nin senaryosunu yazdığı, artık dünyaya mal olmuş sinemasıyla bir gezgini andıran usta Alman yönetmen Wim Wenders'in yönettiği Perfect Days, adını Lou Reed'in filmde de duyduğumuz eskimeyen şarkısı Perfect Day'den alan bir yapım. Tokyo'daki modern tasarımlara sahip umumi tuvaletleri temizlemekle görevli Hirayama'yı gözlemliyor, onunla yatıp onunla kalkıyor, onun peşinden gidiyoruz. Birçok kişinin burun kıvıracağı, önemsiz bulacağı, tiksineceği işini son derece titizlikle, şikayet etmeden, kendini vererek, ağirbaşlı ve sıkılmadan yapan Hirayama, hepsi birbirine çok benzeyen günlerinden anlamlar yakalamaya, eylemlerini kişisel bir sanata, kendisiyle ve çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmeyi çalışan bir adam. Wenders ve Takasaki, tuvalet temizlikçisi mesleğini özellikle bir alegori olarak göstermeye çalışmasalar da, seyircinin algılama ayarlarına söz geçiremeyeceklerini bilecek kadar tecrübeliler. "Bir şehrin ve içindeki insanların pisliklerini temizleyen tertemiz bir adam" klişesinin çok ötesinde gizli veya aleni çok şey var filmde. Ama bu şeyler o kadar basit ve minimal biçimlerde filme dahil ediliyor ki, sanki dahil edilmiyor, doğal akış içinde bir sinema filminin parçası olmanın ötesine geçip kendi yollarını buluyorlar. Wenders de sadece buna aracı oluyor. Hayatımız, ona anlam katan rutinlerimiz kadardır. O nüanslardaki giz sadece bize özeldir. Yaptığımız mesleğe, alışkanlıklarımıza, rafine zevklerimize başkalarının anlam yüklemesini beklemez, istemeyiz. İşte Hirayama kendi hayatının anlamını bu nüanslarda bulmuş bir karakter.

Perfect Days, Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerinden derlenmiş 2 saatlik bir kesit. Ortasında başlayıp ortasında biten bir film. Herhangi bir dönüşüm, değişim, bir sırrın keşfedilişi, o uyanış ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kabilinden iddialar söz konusu değil. Her sabah gün ağarmadan, alarmsız kendi kendine aynı saatte uyanan, dişlerini fırçalayan, kapıdan çıkıp arabasına binerek işine giden bir çalışan. Ama bu basit ve hemen herkesin yaptığı eylemlerin arasında saklı bazı detaylar, o basitlığin içine sızmış güzelliklere işaret ediyor. Mesela en basitinden kapıdan çıkma eylemini ele alalım. Hirayama öylesine kapıdan çıkıp gitmiyor. Kapıyı açtığında gökyüzüne bakıp, sabah ayazının ve henüz ağarmamış havanın tatlı yoğunluğunu içine çekerek gülümsüyor. Arabaya binip yola çıkmadan önce bir kaset seçiyor, o kaset eşliğinde işe gidiş yolunu sinematik bir tecrübeye çeviriyor. İşini saygı yüklü bir disiplinle yapıyor. Molalarında bir yandan yemeğini yerken, bir yandan etrafı gözlemliyor, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarının fotoğrafını çekiyor. Temelde sabah kalktıktan gece yatana kadar belli bir yol haritası izliyor. Groundhog Day çağrışımı yapan şekilde her gün aynı güne uyanmanın bir benzerini yaşıyor gibi görünse de, bu fantastik bir film değil ve aslında çoğumuz farklı ölçülerde aynı günü yaşıyoruz. Bizim de bu monotonluğu çekilir kılmak için kendimize göre ufak çözümlerimiz, alışkanlıklarımız, kimseyi rahatsız etmeyecek rafine hazlarımız var. Özellikle yoğun iş ve şehir yaşamı içinde olanların bu tekdüzeliği biraz olsun sağaltmak için kendi çözümleri, kendi rotaları da mevcut.


Hirayama'nın kendi rutinleri arasına sızan, bazen aksatan ufak tefek farklılıklar da ortaya çıkıyor. Ama evden kaçan yeğeni Niko'nun ziyaretine benzer farklılıklara rağmen kendi haritasından sapmadan hayatını sürdürmeyi seviyor. Öyle ki, ona duygusal bir bağ hissettirip onu bu rotadan saptıracak insanlarla uzun süreli temaslarda bulunmaktan imtina ediyor gibi görünüyor. Baba, kardeş, yeğen, iş arkadaşı, hoşlanılan bir kadın, kim bu hayata dahil olmaya başlarsa Hirayama'nın kendine has hafta içi ve hafta sonlarından oluşan hayatının artık eskisi gibi olmayacağına olan inanç, bir seyirci olarak bize bile sirayet ettiyse Hirayama tarafından nasıl hissedilir bilemiyoruz. Belki de Hirayama için insanlarla etkileşimde bulunma meselesi, hiç görmediği birinin tuvaletlerdeki gizli bölmesine bir kağıt parçası bırakarak başlattığı SOS oyunu oynamaya benziyor bir yanıyla. Kimseye dışlayıcı, yargılayıcı, tepkili, öfkeli yaklaşmıyor. Lakin içten içe tutkuyla bağlı olduğu yalnızlığından kopmamaya çalışıyor. Tüketim çılgınlığına, dijital dünyanın kolay erişilebilir kuru kalabalığına, insanların sebep olacağı binlerce yıkıma tamamen yabancı, uzak ve korunaklı olmak istediği her halinden anlaşılıyor. Spotify'ı bile bir müzik dükkanı zanneden, kasetlerle, kitaplarla, fotoğraf makinesiyle, bisikletiyle, günlük rutinleriyle mutlu biri olarak artık eşine ender rastlanan insanlardan. Wim Wenders, sadeliğiyle büyüleyen bir anlatımla Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerini sıralar ve bu günlerin aralarına ufak tefek detayları serpiştirirken hem bu adamın sıradan bir Tokyo gününe, hem de onun sözlere dökülmeyen iç dünyasına bakmayı/baktırmayı başaran ustalıklı bir yönetim sergiliyor.

Başta Unagi, Shall we dansu?, Korô no Chi gibi filmler olmak üzere kariyerinin başından beri çeşitli festivallerden pek çok ödül kazanan 68 yaşındaki Japon sinemasının usta aktörlerinden Koji Yakusho, Hirayama'nın babacan tavrını, pozitif duruşunu, o duruşun ardında gizlenen hüznü, samimi neşesini, doğayla olan sessiz ilişkisini hiçbir efor veya abartı göstermeyen performansıyla vücuda getiriyor. Bu rolüyle Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alması da gayet yerinde bir karar. Filmi Franz Lustig'in nerede sade, nerede estetik olacağını bilen, sadeyken bile estetik olabilen sinematografisiyle izlemek ayrı bir keyif. Hirayama'nın kasetlerinden duyduğumuz House Of The Rising Sun, Redondo Beach, (Sittin' On) The Dock Of The Bay, Feeling Good ve tabii ki Perfect Day gibi 60 ve 70'lerin şarkıları da bu güzel adamın nostaljisinin, yalnızlığının, gizeminin harika fon müzikleri olmuş. 80'ine merdiven dayamış Wim Wenders, Perfect Days ile ağaçlardan sızan ışık hüzmeleri misali, sıkıcı görünen ama yine de alıştığımız rutinlerimizin arasına sızan insanları, manzaraları, kitapları, şarkıları yalnızlığımıza ortak edişimizin filmini yapmış. Dijital dünyada analog, kir içinde temiz, 38 milyonluk Tokyo'da yalnız kalan bir adamın içine bakmış. Günlerimizin mükemmel olması için illa mal, mülk, para, pul, insanlarla dolu aktiviteler gerekmediğini, sadece alışkın olduğumuz, kafamızda hiyerarşisini kurduğumuz, her gün tekrar etmesinden mutlu olduğumuz rutinlerimizin aksamamasının bile yeterli olabileceğini hatırlatmış.