31 Aralık 2010 Cuma

Romance & Cigarettes (2005)


Yönetmen: John Turturro
Oyuncular: James Gandolfini, Susan Sarandon, Kate Winslet, Steve Buscemi, Christopher Walken, Eddie Izzard, Mandy Moore, Bobby Cannavale, Aida Turturro
Senaryo: John Turturro
Müzik: Paul Chihara, Nourhan Sharif

Bir köprü yapımında demir işcisi olarak çalışan Nick, Kitty ile evli ve üç kız babasıdır. Ailenin hayatı karmakarışıktır. Nick, kızıl saçlı güzel Tula ile kaçamak bir ilişki yaşamaktadır. Karısı Kitty, bu ilişkinin farkına vardığından beri Nick ile iletişimi kesmiştir. Aynı evin içinde yaşamak zorunda olan Nick ve Kitty duygularını şarkı söyleyerek açığa çıkarmaktadırlar.



Pazar sabahı westernleri bazen yerini hoş müzikallere bırakırdı. Fred Astaire, Ginger Rogers, Gene Kelly gibi nice müzikal efsanesinin boy gösterdiği bu filmler için sıfır besteler yazılırdı. Koreografik açıdan muhteşem anlar barındıran bu işler, kimi zaman insanı hayrete düşürecek derece akrobatikti. Üstelik efekt, bilgisayar, hesap makinesi teknolojilerinin namevcut oluşu sebebiyle bu görüntülerin sahte olmasına pek imkan yoktu. Ama olay sırf dans da değildi. High Society geldi aklıma ilk olarak. Akabinde West Side Story fırtınası, devamında infial yaratan Grease, dönemin modasını belirleyen filmlerdi adeta. Şimdi sigara ile bu paragrafı nasıl bağlayacağız? Bu filmlerde sigara içilirdi. Evet içilirdi! Şimdi olsa “vay efendim dans filminde sigara içilir miymiş, müzikallerde tüttürülür müymüş” gibi polemiklerden geçilmezdi. (Belki o dönemlerde bu polemikler yapılmıştır, bilemiyoruz. Fakat yapılmış olsa herhalde bir yerlerde “dur” denirdi.) Müzikli danslı filmlerde sigara unsuru kimi zaman karizmayı tamamlayan bir aksesuar, kimi zaman kural tanımazlığa ve tekinsizliğe gönderme yapan vurgular şeklindeydi. Günümüzde de bu amaçlar geçerli.

Bir modern zaman müzikali, bağımsız sadeliği ile süperstar olamasa da star bir film olan Romance & Cigarettes'de, ünlü aktör John Turturro oynadığı sayısız güzel rolün yanında, Mac (1992) ve Illuminata (1998) prodüksiyonlarından sonra 3. yönetmenlik denemesini sunuyor. James Gandolfini, Susan Sarandon, Kate Winslet, Christopher Walken, Steve Buscemi gibi ağır toplardan oluşan bir kadroyu yan yana getiren, klişe riski taşıyan bir senaryoyu yola getirmeye çalışırken iyi niyetini ve samimiyetini ortaya koyabilen, kabare anlayışından çok, parodi arayışında bir müzikal ortaya çıkaran Turturro, sahiden klas bir oyuncu. İddiasız fiziği ve tedirgin edici oyun tarzı ile Coen biraderlerin gözdelerinden biri olması boşuna değil. Ama yönetmenliği ve senaristliği Coen kardeşlerden izler taşımıyor. Zaten o izleri taşımak yürek ister. Turturro’nun yüreksizliğinden değil, o tip bir etkileşime veya sidik yarışına çok uzak oluşundan kaynaklı bir durum. Coenler gibi bir film çıkarayım demeyecek kadar aklı başında. Romance & Cigarettes’den anlıyoruz ki, aşk, ihanet, sadakat gibi duygusal sulara yelken açmayı daha bir seviyor sanki.



Fedakar karısı Kitty’yi (Sarandon) hafif meşrep bir tezgahtar olan Tula (Winslet) ile aldatan Nick (Gandolfini), maço görünümü ile aile reisliği taslayan, ama 3 yetişkin kızının kocamış kurt misali maskara ettiği kendi halinde bir işçidir. İlk bakışta renksiz, soğuk ve sıkıcı görünen hikayeyi gazlayan usta oyuncular, komik yan karakterler ve tabi ki müzikal olmanın verdiği cıvıl cıvıl atmosfer. Müzikallerin doğası gereği olmadık yerlerde dans edip şarkı söyleyen bu insanlar, belki de Turturro’nun yapmak istediği üzere filmde sanki o eski müzikal günleri yad edip, biraz da dalgalarını geçiyorlar. Ama masum bir saygı duruşu olduğu söylenebilir.

Film için, eski müzikallerde olduğu gibi özel şarkılar yazılmadığından, eski pop rock klasikleri ile idare edilmiş. Burada da ayrı bir risk beliriyor. Ne var ki seçilen şarkılar ve onları koreografilerle sunuş biçimi gayet hoş olmuş. Bu şarkılar arasında öne çıkanlar, içinde alfabenin hemen hemen tüm harflerini barındıran Engelbert Humperdinck’in A Man Without Love, Janis Joplin’den Piece Of My Heart, Tom Jones’tan Delilah, Bruce Springsteen’den Red Headed Woman ve Bueno Vista Social Club efsanesinden El Cuarto De Tula... Özellikle bu şarkıların kullanıldıkları sahneler ve performanslar çok güzeldi.

Belli bir noktaya kadar Romance mevzu tamam da, Cigarettes’in olayı ne acaba” diye düşünmeden edemiyoruz. Şarkı sözleri hikayenin bölümleriyle çok uyumlu. Ama defalarca dinlemekten bıkmayacağım bazı hoş şarkıları bu filmde duyunca, öğrenciliğimde edindiğim bir alışkanlık yine yakama yapıştı: Bir şarkı duyunca hemen bir sigara yakmak. Ama öyle her şarkıda değil. Efsanevi kadın folk şarkıcılarından Joni Mitchell’ın güzel bir sözü vardır: “Konser dediğin, bana sigara içmeyi unutturandır”. Böyle bir durum, tiryakiler için söz konusu olabilir mi tartışılır. Zira ufak bir heyecan anında bile sigara yakmayı refleks haline getirmiş olanlara bu durumu kabul ettirmek zor. Bu çaresizlik yüzünden “sigara altı” isminde bir öğün bile icat etmişizdir. Mitchell’ın sözü gibi sigarasızlığa övgü altında sigaraya gönderilen anlama benzer pek çok söz mevcuttur. İspanyol sinemasının duayenlerinden Luis Bunuel’in tavsiyesi de düşündürücü: “Birkaç öğüt vermek istiyorum. Zengin düş dünyalarının olduğu kadar, güçlü dostlukların da babası olan iki şey üzerine.. İçki ve sigara içmeyiniz. Sağlığa zararlıdır.”



Gandolfini, Sarandon, Winslet ve üstte adı geçen diğer oyuncuların yanında şarkıcı oyuncu Mandy Moore, stand up komedyeni Eddie Izzard, John Turturro’nun kuzeni, aynı zamanda Sopranos dizisinde Gandolfini’nin kardeşi Janice’i canlandıran Aida Turturro ve çeşitli dizilerde rastlayageldiğimiz Bobby Cannavale’nin ufak rolleri de müzikallerin o kalabalık, cıvıl cıvıl ambiyansına katkıda bulunuyor. Bir grup kurtlu insanın ota bota şarkı söyleyip, ilk fırsatta kıvırtmaya başlayan görüntüsünden ziyade, şarkı ve dansları kendine yakıştırmayı başaran, bu sayede müzikallerin içine düşmekten kurtulamayacakları yapmacıklığı sevimli gösterebiliyor. İçinde sade ve dokunaklı dramatik unsurlar da bulunan Romance & Cigarettes’in sigara ile ilişkisi, ara sıra sigara içen ve takır takır öksüren Nick’den ibaret… diye düşünürken filmin hisli bir yapıya bürünen sonlarına doğru Nick’in bir cümlesi filmin ismiyle olan bağlantısını özetliyor. Ama bu özet, sigara üzerine zararlı didaktiklikten uzak bir söylem: “Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey var: Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek.” John Turturro gibi komple bir oyuncudan eski müzikallere yollanan bir selam niteliğinde tatlı bir temaşa.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Nothing But The Truth (2009)


Yönetmen: Rod Lurie
Oyuncular: Kate Beckinsale, Matt Dillon, Angela Bassett, Alan Alda, Vera Farmiga, David Schwimmer, Courtney B. Vance
Senaryo: Rod Lurie
Müzik: Larry Groupé

Yazısında bir CIA ajanını ifşa eden ve kaynağını ortaya çıkarmayı reddettiği için hapse giren muhabir Rachel Armstrong’un dramını anlatan Nothing But The Truth, Rod Lurie’nin yazıp yönettiği sürükleyici bir yapım. Özellikle 2000 tarihli The Contender ile güçlü bir politik drama adını yazdırmış olan Lurie, bu filmde de benzer bir çizgide ilerliyor. Rod Lurie’nin, başa güreşen politik figürlerin veya burada olduğu gibi sansasyon yaratan gazetecilerin zaaflarını, sırlarını farklı boyutlarla kaşıyan oturmuş bir senaryo düzeni olduğundan söz edilebilir. Baştan sona özenle inşa edilmiş bu düzen, sade olduğu kadar politik gerilimin gereklerini de aynı özenle matematiğine ortak etmiş bir kurguyla kendini belli ediyor. Böylece ortaya Laine Hanson veya Rachel Armstrong gibi her boyutuyla tartışılması gereken karakterler ortaya çıkıyor. Bu anlatım, onları haklı bulanlar kadar, eleştirenler için de açık kapılar bırakıyor. Gerçi o açık kapılar, klâsik dramatik unsurlar sayesinde duygu sömürülerine de açık kalabiliyor. Ama Lurie, bu tartışmalı ortamı yaratmasını iyi becerdiği kadar, tuttuğu tarafı keskinleştirmeyi de ihmal etmiyor.


Kate Beckinsale’in başarıyla canlandırdığı Rachel Armstrong’un bilgi kaynağını açıklamama yönündeki inatçı tutumu, kocasını, çocuğunu ve kariyerini ardında bırakacak kadar idealist perdelerden ses verince, seyircinin ona olan bakışı da arada kalıyor. ABD’nin dış politikası bünyesinde kamuoyundan saklanan sırları ifşa eden cesaretinden ötürü onu takdir ederken, kendisine ihtiyacı olan ailesini ihmal etmesine de anlam veremeyebiliyor. Normalde böyle kritik bir meselede ailenin önemi üzerine fazla konuşulmadığı için geride kalanlar hakkında endişe duymayız. Ama Lurie özellikle aile unsuru üzerine de düşünmemizi istiyor. Yalnız bunu yaparken, empati kurdurmak istediği Armstrong’u yer yer antipatik gösterebiliyor. Halbuki esas amacı, Armstrong’un örnek gazeteciliğini anneliğinin bile önüne taşıyarak karakterini güçlendirmek. Ne var ki bu amacın geri dönüşümü herkes için aynı olmayabiliyor. Armstrong’un bu büyük idealizmi, fazla romantik kaçabiliyor. Özellikle günümüzde kendisine gazeteci diyen kaypak insanların varlığından haberdar olanlar için bu idealist duruş pek samimi gelmiyor.

Sürpriz finalde bu samimiyetsizlik, yerini daha kabul edilebilir bir gerekçeye bıraksa da, acaba Armstrong’un yazısını dayandırdığı, üstelik gerekli dayanaklarını da teyit ettiği bu kaynağı açıklamaması bunca sıkıntıya ve yıkıma değer miydi sorusu akıllarda kalıyor. Bir yanıyla basının haber alma ve ifade özgürlüğü üzerine bir direniş öyküsü olurken, tıpkı Armstrong’un ailesini, uğruna yıllarca eğitim gördüğü mesleğini ihmal etmesi gibi, başka bazı duyarlılıkları arka plâna itiyor film. Haber kaynağına verdiği söz mü, bu kaynağı kanun kuvvetlerine açıkladıktan sonra ciddiye alınmayacağı endişesi mi, yoksa gerçeklerin üzerine korkusuzca giden çetin bir gazeteci olması mı Armstrong’u bu noktaya getirdi diye sorulduğunda aldığımız yanıt “hepsi” olacaktır. Bu genişliği sunabildiği için iyi bir film olmakla birlikte, aynı genişliği türlü mesajlara yedirerek sunmak adına gerçekçiliğini sorgulatan bir yapısı da var. Parlak oyuncu kadrosu ise sadece ismen değil, cismen de parlak ki, sözü edilen negatifliklerine karşın Nothing But The Truth’un sürükleyici ve hikâyesine sadık yapılanmasına pozitif katkıları görmezden gelinemez.

22 Aralık 2010 Çarşamba

The Town (2010)


Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Ben Affleck, Rebecca Hall, Jeremy Renner, Jon Hamm, Blake Lively, Owen Burke, Pete Postlethwaite, Chris Cooper, Slaine, Titus Welliver, Dennis McLaughlin
Senaryo: Peter Craig, Ben Affleck, Aaron Stockard
Müzik: David Buckley, Harry Gregson-Williams

Doug MacRay (Ben Affleck) banka soyguncularından oluşan bir grubun lideridir. Hayatında kimseyle yakınlaşmadığından kimseyi kaybetme korkusu da yoktur. Ancak bu durum son işlerinde banka müdürü Claire Keesey’yi (Rebecca Hall) rehin almaları ile değişecektir. Claire’e ilgi duymaya başlayan Doug’ın hayatı da bu doğrultuda değişecektir.

Chuck Hogan'ın Prince Of Thieves adlı romanından Ben Affleck ile beraber iki adamın daha senaryoya dönüştürdüğü The Town, hiç de koca koca üç adamın elinden çıkmış bir senaryoya benzemiyor. O kadar sıradan bir konusu ve bu konuyu lastik gibi uzatmış o kadar yavan bir senaryosu var ki, kopardığı onca gürültüyü görmek insanın zoruna gidiyor doğrusu. Bir de utanmadan Heat ile karşılaştıranlar, karşılaştırmasalar bile adını bu filmin biryerlerinde ananlar çıkmış. 2007’deki Gone Baby Gone’dan sonraki ikinci yönetmenliğiyle ileri gideceğine gerilediğini düşündüğüm Ben Affleck, o filmde nasıl oyunculuk özürlü sünepe kardeşinden bir kahraman yaratmak için dokuz doğurduysa, bu filmde de kendisinden bir “Prince Of Thieves” çıkarabileceğine inanmış.

Kardeşine göre bir kahraman olmaya daha yatkın olsa da, bu kez önünde kocaman bir senaryo engeli var bana göre. Doug MacRay kişisinin bir soyguncu olmasından başka elle tutulur bir özelliği olmaması, soygun yaptığı bankanın çalışanlarından Claire ile ilişkisinin inandırıcılıktan uzak gelişimi, zekâ pırıltısı taşımayan soygunlar ve bu zekâsızlığın yanına bile yaklaşamayan FBI faktörü filmin en olması gereken işlevlerini adam gibi yerine getiremiyor. Bir yerden sonra Doug ve Claire’in birbirlerine hayatlarının önemsiz ayrıntılarını anlattıkları uzun sahneleri izlemek durumunda kalıyoruz. Zaten filmde hemen herkes kıssadan hisse bir hikâye anlatmaya soyunuyor.


Gerekli karakterlerin uzun ve gereksiz sahneleri kadar, gereksiz karakterler de var filmde. Gossip Girl nesnesi Blake Lively’nin ve filmin sadece bir sahnesinde görünen Chris Cooper’ın filmdeki fonksiyonlarını anlamaya çalışmak, filmin geri kalanında dişe dokunur bir şeyler aramak kadar boşa bir çaba. Rebecca Hall bu filmde göründüğünden çok daha iyi bir oyuncu. John Hamm rolünü iyi kötü doldurmanın ötesine geçemiyor. Belki sadece Jeremy Renner’ın canlandırdığı Coughlin’in bir iki sahnede yarattığı gerilim üzerinde ciddi biçimde durulabilir. Ama Affleck egosu, kendine tek plânlı pasajlar hazırlayıp adeta “beni aday göstermeyenin…” demeye getirmiş sanki. Uzun bir sahnede Affleck’in ruhsuz suratını ve oyununu dakikalarca izlemek benim için sahiden bir eziyetti örneğin. Neymiş, küçükken annesi evi terk etmiş, babası ağlayıp durmuş, bu da sokakta onu aramış vs… Gerçekçi olmak isterken gerçekçi ama sıradan çatışma sahneleri yanında filmden kopuk görünen kişi ve olayları filme monte etmeye çalışarak Heat mirasından pay kapmaya soyunduğu açık. Ama Heat’in kendinden kopuk görünen her bir sahnesi, ana karakterlerin dramlarını besleyici ve güçlendirici niteliklere sahipti. Burada ise tam bir doldur boşalttan ibaret.

Bittikten sonra geriye hiçbirşey bırakmayan The Town, sonuç olarak masum insanların paralarını çalıp kendi salaş hayatlarında keyif çatan bir avuç özelliksiz adamın soygunlarını ve bu soygunların hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlatmaya çalışan bir film. Bu kadar basite indirgenmeyi kendi istemiyor elbette. Bizden bu soygunlara asil anlamlar yüklememizi, bu adamların nedense teslim olmak yerine canlarını bile verebilecek kahramanlar olduklarını anlamamızı bekliyor. Oysa ortada uğruna can verilecek bir durum yok. Charlestown’dan iyi banka hırsızı çıkarmış, bunlar rock yıldızları gibiymiş, herkes onlara kahraman gözüyle bakar, soygunları nesilden nesile aktarılırmış bilmem ne! Charlestown’dan adam çıkmayacağı belli oldu da, iyi film de çıkmıyormuş onu anladım. Charlestown’ın “Hırsızlar Prensi” tarafından “Enayiler Kralı” yerine konduğumu hissettiğim finalden de anladığım üzere Ben Affleck, bir nevî kendi mini Braveheart’ını yaratmak isteyip her yerine sıvamış. Gerçi filmin tamamında ne buldum ki finalinden ne bekleyeyim. “Ne büyük adam”, “en asil duygunun insanı”, “kansere de çare bulur bu” şeklinde düşünmemizi mi bekliyordu acaba bu sondan sonra? Alt tarafı alık bir hırsız parçası! Fakat pardon, romantik bir hırsız parçası. Bunun çok şey değiştireceğini, hatta filmin düz mantığını bile değiştireceğini düşünüyor kendi aklınca.

21 Aralık 2010 Salı

Diary Of The Dead (2007)


Yönetmen: George A. Romero
Oyuncular: Joshua Close, Michelle Morgan, Scott Wentworth, Joe Dinicol, Shawn Roberts, Amy Ciupak Lalonde
Senaryo: George A. Romero
Müzik: Norman Orenstein

Zombi, ya da daha kibar bir tabirle “ölü” insanlarla alakalı korku filmlerinin gurusu George A. Romero’nun yeni filmi Diary Of The Dead, büyük çoğunluğu son zamanların favori tekniği olan hareketli kamera ile çekilmiş, aralara belgeselimsi yorumlar serpiştirilmiş bir film. Bu teknikle zombi filmlerine sözde yenilik getirmiş görünmek istemesine rağmen son derece basit ve basmakalıp bir kurtulma öyküsü, yine o bildik ürkütme numaraları ile modern çağın kitle iletişim unsurlarına göndermeler, insanoğluna insanlığı ile ilgili eleştiriler bir kazana atılıp öylesine karıştırılmış. Ama bunların hedefi vurduklarını söylemek benim açımdan pek kolay olmadı. Çünkü filmin korkutma işlevi, internet merkezli modern iletişim anlayışı ve insanın hayatta kalma savaşı arasındaki kan uyuşmazlığını çoğu izleyen fark edebilir. Oysa bir film birbiriyle alakasız görünen meseleler arasında örümcek gibi ördüğü ağlarla pekala bir şekilde bunları ilişkilendirebilir. Diary Of The Dead’in böyle bir film olduğunu düşünmüyorum.

Zombi geleneği dışında kafasını bozan meseleler belli ama bunları bu film ile derleyip toparlama işlevi zayıf. Hem de başroldeki Jason’ın her daim açık kamerasıyla çektiği görüntülerin bir arkadaşı tarafından belgeselleştirilmiş kurgusuyla bize izletildiğinin söylenmesine rağmen. Yani söylenildiğine göre biz Jason’ın kamerasından olma, kurgu masasından doğma bir TV belgeseli izliyoruz. Öğrenci belgeseli kılıfına karşın gayet net çekilen sahneler, karakterlerin ifadelerine yapılan aklıbaşında zoomlar ve şiddet sahneleri açısından öngörüsü yüksek, tehlikeler karşı –sanki önceden ne olacağını biliyormuş gibi- hazırlıklı “uncut” tutumuyla belgesel taklidi yapamayan, bir sinema filmi olduğunu unutturmayı beceremeyen bir film. Hareketli kamera odaklı bir belgesel olduğunu iddia ettiğinden böyle bir unutturmayı hedef aldığını düşünerek gerçeklik savunusunda bulunduğu için gerçek görünemeyen bir film.


İşin teknik yanı dışında vermek istediği mesaj(lar)a değinelim. İnternet ve medya başlığından hareket noktası belirlemiş bir zombi filmi, iletişim çağının zombi istilası sonrası nasıl bir faaliyet içine girdiğinin ve medyanın haber alma/verme fonksiyonunun bu istila sonrası nasıl bir rota çizdiğinin kısa kısa analizleri yapılıyordu sanki. Fantastik bir istila olduğundan özellikle medya işlevi konusundaki tespitleri ile film belli bir slogan frekansı yakalıyor. Ama bu didaktik tutumu diğer meselelerine de sıçrattığı vakit bana göre biraz arıza çıkarıyor. Ele aldığı tüm konular ve onları ele alış biçimi bir yana, peki şu “kurtarılmayı hak ediyor muyuz” hikayesi nedir? Filmin tümüyle bağlantısı veya finalde filmin tümünü derleyip toparlayan bir son nokta olduğuna inanmamız neden isteniyor? Zombilerin aslında insan mı yediklerini yoksa sadece ısırdıklarını mı hala tam olarak idrak edememiş benim gibi izleyiciler varsa onların cevaplaması daha zor olacaktır. Zombi filmleri ağırlıklı bir kariyeri tercih etmiş Romero’nun topyekün bu filmlerle vermek istediği kolektif bir mesaj var mı diye düşünüyor insan. Çünkü her filmde farklı bir konuda öyle ya da böyle sunulmak istenen bir mesaj vardı. Burada birden fazla var. Ama sanki toptan ele aldığımızda varılmak istenen bir ana fikir beklentisi doğabiliyor. Bu kadar zombi filmi için sırf iş olsun diye emek ve mesai harcanmaz ne de olsa. 

Şimdi Diary Of The Dead’in mesajı “kurtarılmayı hak ediyor muyuz” ise bana göre bunda bir tuhaflık var. Mesele eğer bu ölülerin zamanla normal insanlar tarafından atış tahtası muamelesi görmeleri, aşağılanmaları, öldürülmeleri şeklinde istismar edilmeleri meselesi ise, insan zalimliğinin daha sağlam bir zeminde işlenmesi için zombileri doğru seçimler olduğundan şüpheliyim. Bir Shaun Of The Dead veya Fido izlemiyoruz. Kendini belgesel olduğu tesciliyle ciddiye alan bir yaşayan ölüler filmi içinde insan ırkının hayatta kalma mücadelesi işleniyor. Yağma, karaborsa, haraç gibi yolsuzlukları felaket anlarında fırsat bilmiş insan iğrençlikleri veya kurtulduktan sonra zombileri av objesi haline getirmiş zihniyetlerin karşısına dikilmiş “kurtarılmayı hak ediyor muyuz” cümlesi her insanın bedenine uymuyor. Etrafı yirmi aç zombi tarafından çevriliyken bir insanın kurtarılmayı hak edip etmediğinin hesabını yaptığını sanmıyorum. İyi veya kötü her insan kendisinin kurtarılmaya değer olduğunu düşünür. Fakat o insanın karakter rengine göre bizim fikirlerimiz değişebilir. Ama benim algıladığım bir açıya göre ortada garip bir benzetme var.


Şimdi zombiler burada insan ırkının vahşetinin belgesi sayılan soykırımların, katledilen fok balıklarının, ticareti yapılan insanların, terör ve yağma mağduru masum insanların yerine mi konmak isteniyor? Eğer öyleyse ciddi bir eşleştirme-özdeşleştirme sakatlığı söz konusu. Bir tarafta sevabıyla günahıyla kurtarılmayı hak edip etmediği tartışılan insan, diğer tarafta amacı sadece zarar vermek olan, öldürmek, ısırmak, yemek olan dirilmiş ölüler var. Zombiler kanalıyla insan vicdanına bu şekilde saldırmak çok acayip. Aslında bu durum tam da, neredeyse tüm kariyerini yaşayan ölüler üzerine kurmuş Romero’dan beklenen duygusal bir bakış açısı. Bıkıp usanmadan benzer filmler çeken yönetmenin hala aynı temada bu kadar ısrarcı olması bir yerden sonra “acaba bunun altında ne var” dedirtiyor. Bu ruh halini anlamaya çalışalım. Çünkü bunca zaman bu yaratıklarla yatıp kalkan bir adamın duyduğu sempati, bazılarına tuhaf gelse de anlaşılabilmeli, fakat aynı sempatiyi duymayanların varlığı da kabul edilmeli. Bu kadar zaman bu insandan bozma yaratıkları kötü gösterip, hatta bu filmde de yine öyle yapıp, sonrasında normal insanların belki de biraz intikam nesnesi haline getirdiği zombilerden çıkarak “biz de masum değiliz aslında” demenin mantığı bana pek uymadı. Doğrudan insanı hedef alan ve bunu dolaylı yoldan ifade eden eleştiri estetik bir tutumdur. “Çevreyi kirletiyorsunuz, hayvanları ve birbirinizi öldürüyorsunuz, çalıyor çırpıyorsunuz, size her şey müstahaktır” demenin yolu “zombiler yesin sizi de görün, kurtarılmayı hak etmiyorsunuz işte”den geçiyor ona göre. Tüm duyarsızlıklarımıza karşı kesilen cezanın zombiler tarafından öğün haline getirilme ile sonuçlanması bana çok çocukça geliyor. “Zombiler burada şunu şunu temsil ediyor” diye sembol arayışına girmek de çok zorlama geliyor.

Saçlarından asılmış zombi kadın üzerinde atış talimi yapan insanlar, aynı şeyi gerçek hayatta birbirlerine de yapıyorlar. Hadi insan-zombi karşılaştırmasını bırakalım, aynı şeyi canlı kedi köpek üzerinde de deniyorlar. Fakat ben gerçekte varolmayan, insanla beslenen çirkin bir yaratığa acımaktansa kedi köpeğe daha çok acıyorum ve “bir köpeğe bunu yapanlar kurtarılmayı hak ediyor mu” diye sorabiliyorum. Dedik ya, herkesin kendine, çevresine ve sahip olduklarına göre kurtarılmayı hak ettiğini düşüneceği sebepleri var. Romero, “kafalarına sıkıp öldürelim ama eziyet etmeyelim” düşüncesi ile, ”canına kast edeni dahi affet, öbür yanağını uzat” arasında sıkışmış izlenimi uyandırıyor bende. Zombileri topluma kazandırmak isteyecek kadar bağlanmış olabileceği şakasını akıllara getiriyor. Belki de Fido gibi bir film çekmesi onun biraz soluklanmasına yardım edebilecek iken o tutup Diary Of The Dead 2’yi çekmeye soyunuyor. Yaşayan ölülerle daha anlatamadığı, gösteremediği ne kaldıysa artık!


Romero
’nun zombi duyarlılığı, kolektif vicdana yönelttiği, cevapları görece sorularla kalmıyor. Günümüz tekno zombilerinin (bkz. 28 Days/Weeks Later) koşmasına, atlayıp zıplamasına da tepki gösteriyor. İstiyor ki bu ölüler onun yıllardır işlediği şekilin dışına çıkmasın, hep otobüs kuyruğunda ilerler gibi hareket etsin. Tarz olarak yenilenmek isterken gelenekler unutulmasın. Romero’nun çektiği filmlerden ilham almış, bu geleneklerden beslenmiş nice iyi yönetmen, hayran duygusallığıyla bu filmin diğer Romero işlerinden farklı olmadığını, aynı ustalıkta olduğunu düşünecektir. Ama neyse ki bu geleneğe bağlılığını belli eden bir çok kalburüstü yönetmen, Romero’nun aksine kendilerini kaçınılmaz bir arayışın içine de sokmaktalar. İyi de yapmaktalar. Film bittikten sonra akan yazılarda gördüğüm küçük teşekkür listesini ilk başta eş, dost ve çırakların kendisine olan hayranlıklarını sürekli deklare etmelerinin ardından bir nevi iade-i teşekkür olarak algılamıştım. Ama sonradan öğrendim ki, filmde araya parça misali sıkıştırılıp duran haber bültenlerini seslendiren isimlermiş bunlar. Hoş bir yardımlaşma örneği tabi. Kendilerini Diary Of The Dead 2’de birer zombi cameosu olarak görmeyi ümit ederim şahsen. Çok daha sıkı bir jest olurdu. Hatırı sayılır bir hayran kitlesi tarafından efsaneleştirilmiş Romero’nun efsaneliğine sözüm olamaz zaten. Ama onun gibi bazı efsanelerin efsanelikleri üzerine muhalif yorumlarda bulunmak, onları hepten tabulaştırmamak da gerektiğini düşünüyorum. Hele de elinize Diary Of The Dead gibi kozlar verdilerse!

19 Aralık 2010 Pazar

Man Of Vendetta (2010)


Yönetmen: Min-ho Wu
Oyuncular: Myeong-min Kim, Gi-joon Eom, Ju-mi Park, Byeong-jun Lee, Bok-gi Min, So-hyeon Kim
Senaryo: Min-ho Wu
Müzik: Jae-jin Lee

Bir gün inancı sağlam bir peder olan Joo Young Soo'nun 5 yaşındaki kızı Hye-rin kaçırılır. Peder kızının sağ salim eve dönmesi için dua etse de, Hye-rin’den bir daha haber alınamaz. 8 yıl sonra Joo Young Soo, artık Tanrıya olan inancını kaybetmiş, dinden uzak bir hayat süren bir adamdır. Kızının kaybolmasından sonra evliliği de bitmiştir. Ama karısı, kaçırılan kızlarını aramaktan hâlâ vazgeçmemiştir. Hatta bu uğurda kaza geçirerek komaya girer. Yıllar sonra Joo Young Soo, Hye-rin’i kaçıran adamdan aldığı bir telefonla onun hayatta olduğunu öğrenir. Önce inanmasa da onu kaçıran Choi Byeong-cheol bir şekilde Joo Young Soo’ya kızını gösterir. Choi, 8 yıl boyunca Hye-rin’e bakmış, hatta onu kullanarak başka küçük kızları da kaçırmıştır. Joo Young Soo’dan kızına karşılık yüklü bir fidye ister. O kadar parası olmayan, fakat bu kez kızını kurtarmaya kararlı Joo Young Soo’yu çok kritik sınavlar beklemektedir.

Farklı türlerdeki birçok Güney Kore yapımının “ulaşım departmanı”nda görev almış Woo Min-ho, ilk senaryo ve yönetmenlik denemesi Man Of Vendetta ile teknik anlamda gayet temiz bir film ortaya koymakta. Ne var ki, uzun bir süreye yayılan kaçırma olayını beklenen dramatik açılarla ele alan senaryo, 8 yıl gibi uzun bu zaman diliminin sonrasında yaşananları kabul ettirmek için seyircinin anlayışına sığınıyor adeta. İntikamın uzun vadeye yayılış biçimini görmüştük. Fakat senaryonun kaçırılma olayının neden bu kadar uzun tutulduğuna dair tatminkâr cevapları yok bana göre. Belki Choi’nin küçük Hye-rin’i yem olarak kullanarak fidye gelirleriyle hayatını sürdürmesi fikrinin kabul edilebilirliği bu cevapları karşılar görünse de, filmin dramatize ediliş yönü bu fikre çok fazla sahip çıkmıyor. Bu yüzden bazı açıkları görmezden gelmemizi bekliyor. Adam kaçırma yanında, gerekli gördüğünde kolayca vahşi cinayetler de işleyebilen bir adamın yıllarca yakalanamamış olmasını sineye çekebilmek için, Joo Young Soo ile yaptığı iki farklı takas buluşmasından anladığımız kadarıyla çok da dikkatli olmadığını, üçten fazla zıplama kabiliyetine sahip bir çekirge olduğunu varsayacağız. Hele ikinci buluşma öncesinde, tanınmak için kırmızı şapka giyilmesi, tam buluşma yerinde ve zamanında herkesin kırmızı şapka (üstelik aynı model şapkalar) giyiyor olmaları gibi kötü fikirler filmin sahip olduğu kredileri eksiltebiliyor.

Yönetici Woo Min-ho’nun final için bulduğu çözüm de bana tatminkâr gelmedi. İnce ruhlu bir yanı olduğuna dair tasarımını da samimi bulmadığım Choi’nin bir çekirge olduğuna artık emin olduğumuz bir noktada, 8 yıl boyunca onu yakalamayı becerememiş babanın doğal saldırganlığı, aktör Kim Myeong-min’in çabasıyla biryerlere varıyor görünse de, bu final için o kadar bekletildikten sonra biraz daha fazlasını ummuştum. Peki neyin fazlası? Joo Young Soo ve Choi’nin bu kadar kolay ve sıradan final buluşmasının aynı ölçüde savruk bir fiziksel hesaplaşmayla bağlanmaya çalışılması, üstüne bir de kötü çekilmesi, filmin o ana dek ördüğü dramatik ağların, iyi kötü yarattığı heyecanın zedelenmesine yol açtı. Bu yüzden kendi eliyle yükselttiği tansiyonu yine kendi eliyle düşürmüş oldu belki de. Film yol aldıkça daha duygulu ve daha sert bir finali hak ettiğini kendisi söylüyordu neredeyse. Yine de final kavramının göreceliğine dayanarak yer yer iyi çekilmiş sahnelerin hakkını da yememek gerek. Spor salonundaki buluşma ve devamındaki kovalamaca buna bir örnek. Ayrıca çocuk kaçırma olaylarına ve bir süre sonra kapanan bu davalara yönelik mesaj kaygısız mesaj iletiminden de söz edilebilir. Woo Min-ho, henüz tam olarak pişmediğinin, fakat film çekmeye devam ettikçe pişeceğinin sinyallerini veriyor.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Quantum Of Solace (2008)


Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Daniel Craig, Olga Kurylenko, Mathieu Amalric, Judi Dench, Giancarlo Giannini, Gemma Arterton, Jeffrey Wright, Jesper Christensen, David Harbour, Joaquín Cosio
Senaryo: Paul Haggis, Neal Purvis, Robert Wade
Müzik: David Arnold

Devir değişince James Bond da değişiyor. Alışmak lazım. Casino Royale’den sonra ben alıştım mesela. Gerçi bir Bond bağımlılığım ve haliyle ona alışmamı gerektirecek bir durum da yoktu. Bond külliyatına baktığımızda Sean Connery’nin anıtsal duruşunun inkârı hiçbir babayiğitin harcı değildir elbette. 70’lerden 80’lere uzanan Roger Moore hegemonyası çok fenaydı yalnız. Ne Joe, ne de Avarel olabilmiş Timothy Dalton’u pas geçersek, İngiliz asaletini Moore günlerinin ruhsuz Bond’lu günlerine bir nebze döndürmeyi başaran Pierce Brosnan ile yeniden ivme kazanan Bond kavramı, 2002’de Brosnan’ın ceketini alıp gitmesiyle ve aynı sene nereden çıktığı belirsiz tıfıl bir ajan olan Jason Bourne’un bir anda sivrilişiyle sorgulanmaya başlandı. Bourne serisine ait herhangi bir filmin eleştirisinde niye James Bond adın geçtiğini anlayamasak da, bunu sadece meslektaş olmalarına bağlamak durumundayız. Çünkü Bourne bambaşka bir ajan tipi ve Bond ile adının yan yana gelmesi bana göre bir talihsizlik.

İşte tam burada devreye Daniel Craig giriyor. Amerika’nın ajan tipine getirdiği yenilikçi, gerçekçi ve evet, sert bakış açısına cevaben İngiliz Bond’un kendisini yenilemesi kaçınılmazdı. Tamam da sarışın Bond neyin nesi oluyor? Şekilciliği sadece bizim toplumumuza özgü sanırdık. Fakat iyi bir karakter oyuncusu olarak bilinen Daniel Craig yeni Bond olarak seçildiğinde, sarışın Bond, siyah bir Amerika başkanı kadar tartışıldı neredeyse. (Şimdilerde siyahi Bond geyiği yapılıyor. Benim adayım Afrika kökenli bir İngiliz olması itibariyle Chiwetel Ejiofor olurdu herhalde). Değişen tek şey saç rengi de değildi üstelik. İşgüzar eleştirmenler tarafından Bourne’un birkaç adım gerisine düşmek durumunda bırakılmış Bond’un kimlik/kişilik olarak da kendini yenilemesi, değişen şiddet eğilimleri bünyesinde biraz daha sertleşmesi gerekiyordu. Nitekim ihale Craig’e kaldı. Fena mı oldu? Hiç de değil. Sanılmasın ki engin bir Bond kültürüne sahibim. Ama hepsinden biraz tatmış biri olarak Marvel mamülleri misali dünyayı kurtarmaya oynamayan, Casino Royale’in başlarındaki o müthiş takip sahnesindeki gibi kan ter içinde kalabilen, hareket halindeki her kadınla yatmayan, aşık da olabiliyormuş dedirten, işkence bile görebilen bir Bond’u günümüz şartlarında çok daha kolay benimseyebiliyorum. Hatta diyelim ki, Bond gibi olmayan bir Bond görmekten memnunum.


Bond ezberinin bozulmuşluğu açısından en ufak bir şikayetim olmaz. Bu tip durumlarda film ne kadar alıp götürüyor ona bakarım. Casino Royale’in götürdüğü yer çok mu mühimdi? Değildi. Ama o bir “ilk”ti ve film olarak tüm negatif eleştirilere rağmen bir şeyler başardı. Bond kimliğinde çok değişiklikler yaptı. Fanatik Bond hayranları (onlar kim bilmiyorum, öyle birileri var mı onu bile bilmiyorum) bu durumu nasıl karşıladılar umurumda değil açıkçası. Ben Daniel Craig bünyesinde gördüğüm James Bond’u hem görüntü, hem de radikal değişiklikler anlamında sevdim. Bu beni bir Bond fanatiği yapmaz belki ama her yeni filmini izlettirir en azından.

İşin Bond tarafı çok fazla meşgul ettiğinden, Marc Forster gibi yönetmenlerin dokunuşları geri planda kalıyor. Bu adamın aksiyon yanını hiç görmedim. Ama Bourne çizgisinde bir Bond yapılanmasına ihanet ettiğini düşünmüyorum. Bond’u o yola sokanların istediği de tam olarak bu olsa gerek. Çünkü devir değişti. Mesela benim gibi önceden Bond filmlerine sadece fazlalıktan ibaret devam filmleri olarak bakan bir kitlenin ilgisini çekmeyi başardı sanki. Üstelik High School Musical: Pilav Günü türü nereye gideceği belli devam filmleri formatını kambur edinmemiş, zamanın gereklerini benimsemiş, intikam kuşanmış, devam etmemiş bir devam filmi olma yolunu seçmiş bir Bond, kişilik sahibi yönetmenlerin ellerinde çok daha anlamlı şekilde önündeki maçlara bakacaktır diye düşünüyorum. Sean Connery hakkın rahmetine kavuştuğu gün bile belki Bond filmi çekilmeye devam edilecek. Bu açıdan bakıldığında Bourne’un haklı olarak elde ettiği ajan karizmasına, doğru ellerde vücut bulmuş bir Bond’dan ona göre cevaplar gelecektir.

Çektiği bir sürü naif filmin ardından Marc Forster'ın Bond yorumu için ne diyeceğiz? Benimki de dahil, bu sayfadaki yorumlar bizzat Bond ekolü ile filmin kendisi arasında. Artık Craig-Bond tartışmasının şu saatten itibaren pek bir kıymeti yok. Yeni Bond çağa uymuş ve bunun sonucu olarak aksiyon yönünden bir Jason Statham veya Bruce Willis filmi izlemekten aman aman farklı değil. Konu olarak da nükleer saldırılar, demir perde tehditleri, panzehiri elinde tutan zehir tacirleri yerine, makul bir öngörü olarak petrolden daha kıymetli olan suyu kontrolü altına alma gayreti içindeki bir kötü adam güncellemesi yapılmış. Aslında sadece çağa uygun bir "konu" güncellemesi söz konusu. Yoksa kötü adamın, Bond kızının, hava-kara-deniz üçgeninde vuku bulan kovalamacaların değiştiği falan yok. Forster da sanki bu Bond geleneğini bozma çabası içinde değil de, onu bir de kendi yorumuyla perdeye aktarma fantazisini gerçekleştirmiş. Çocukluk, ergenlik, gençlik çağlarında hayran oldukları bir kahramanı, ilerde eli kamera tutan bir yönetmen olunca filme almayı düşleyen ve bu düşünü gerçekleştiren yönetmen çok. Forster'ın Bond'a karşı böyle bir duygusallık besleyip beslemediğini bilmiyorum. Fakat tam da besliyormuş gibi çekmiş bu filmi. Klasik Bond dönemlerinin romantizmi ile 2000'lerin katı anlayışının karışımı olmuş biraz. "Bond, James Bond" repliksiz bir Bond filmi çekmek, bana göre işte tam da bu karma kültürün eseri.


İdollerinin filmini çekme fırsatı, bütçesi, kadrosu ellerine geçtiğinde böyle karmaşık bir denklem içine düşüyorlar zannımca. Sadece Forster için konuşmuyorum. Bazen de alışıldık tarzlarına mola verip kendi limitlerini görme amaçlı farklı tarz sorumluluklarının altına girmeye eğilimli olabiliyorlar. Her iki durumda da Forster'ın James Bond tiplemesinden yepyeni bir beste üretmesi beklenmemeli. Konu James Bond olunca temelde kimseden beklenmemeli böyle birşey. Artık tarih olmuş Batman'i bile yeniden yorumlayıp onu bir sanat eseri haline getirebiliyorsanız, onu farklı kılacak özelliklerle donatmanız gerekir. Bond'un tek farkı, Bond'u oynayan aktörün değişiyor olmasından ibaret. Craig ile yakalanan "katil ve aşık Bond" rüzgarı, süper kahraman olmayan becerikli bir saha ajanının oradan oraya atlayıp zıplamasından ibaret kalmış. Bir Forster sever olarak, Forster'ın yönetmiş olmasını fazla kafama takmıyorum. Zira kendisi tarz kaçamaklarını seven bir yönetmen. Quantum of Solace da tam bir kaçamak olmuş: Hızlı, dolambaçsız ve ruhsuz!

8 Aralık 2010 Çarşamba

The Ghost Writer (2010)


Yönetmen: Roman Polanski
Oyuncular: Ewan McGregor, Pierce Brosnan, Olivia Williams, Kim Cattrall, Timothy Hutton, Tom Wilkinson, Robert Pugh, Eli Wallach, James Belushi, Jon Bernthal
Senaryo: Robert Harris, Roman Polanski
Müzik: Alexandre Desplat

Bir film hakkında çeşitli yayın organlarında çıkmış yazıları okuyor, fikirleri dinliyoruz. Kendimiz bir şeyler karalamak istediğimizde ise mümkün olduğunca söylenmemişleri söylemeye çalışıyoruz. Roman Polanski’nin son filmi The Ghost Writer için de çok yorum yapıldı. Hemen hepsinin buluştuğu ortak nokta Hitchcock kodlarının ve soğuk savaş dönemini konu alan politik entrika filmlerinin referanslarını taşıdığı. Martin Scorsese’nin son filmi Shutter Island için yapılan yorumlar da özellikle Hitchcock ve klâsik kara film geleneklerinden nasibini aldı. Her iki usta yönetmenin de köklere bağlılığı, bu filmler için yarattıkları dil ile günümüze taşındı. Bu durum onlar için yeni değil. Hitchcock’un, Huston’un veya Friedkin’in bu işe başlayıp üretmelerinden beri bir sürü sinemacı, meslektaşlarından etkiler, alıntılar, göndermeler kullandı. Shutter Island bir dönem filmi olmasının gereklerini bu gizemli etki-alıntı-gönderme dilini kullanarak özünü yansıtmasını çok iyi başarmış bir yapım. Polanski ise The Ghost Writer ile daha güncel oluşunun ihtiyaçlarını bu eski dille buluşturmayı bilmiş bir film. Hangisinin daha zor veya kolay olduğu önemli değil. Bunlara rağmen Shutter Island, The Ghost Writer’dan daha kalifiye bir film bana göre. Çünkü bazı yönlerden avantajlı denebilir.

Fakat dönem filmlerindeki ustalığı da tartışılmayacak Polanski’nin bu kez aktüel bir altyapıya serpiştirdiği referansların halen içinde bulunduğumuz politik ortamda oynanan oyunlarla iç içe geçerek yarattığı kimya, geçmiş ve gelecek arasında kurulmuş sağlam bir köprü gibi adeta. Dönem filmlerinin ya da klâsik uyarlamalarının film noir unsurlarla bütünleşmesi, atmosfer oluşumunda güncel yapımlara göre onlara biraz daha fazla avantaj sağlıyor. Kostüm, makyaj, ışık, filtre, dekor, doğal ortamlar kullanımı, geçmişte başvurulacak kaynak bolluğu sayesinde seyirciyi ilgili dönemin havasına sokmakta hiç sıkıntı çekmiyor. 2000’lere gelindiğinde ise bu avantajın eksikliği, moda akımlarının doğal farklılaşması ve teknolojik gelişmelerle daha fazla hissedildi.

İronik görünen bu durum aslında tam da olması gerektiği gibi gelişiyor. Zira 2000’lerde klâsik olarak gördüğümüz yapımlar bile henüz eskiler kadar demlenmedi. Eğer bir yönetmen geçmişe dönmek istiyorsa, çoğu kez o dönemin kurallarına uymak durumunda. 2000’lerin kuralları belki de tam oturmadığından The Ghost Writer gibi 2000’li yılların politik gerilimlerindeki modern atmosfer dahilinde göndermeler veya etkilenimler içeren, bu sayede filmin tümüyle olmasa da akılda kalıcı başarılı sahnelerle geçmişe dönmeyi mümkün kılabilen filmlerin sivrilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Klâsik ve modernin buluştuğu noktalarda ise navigasyon cihazları, cep telefonları, LCD TV’ler, dizüstü bilgisayarlar, flash bellekler, internet, Google vs. bu kesişme noktalarına hizmet eder hale geliyorlar. Çoğu zaman karakterlerin işlerini kolaylaştırıyorlar, hatta onlar üzerinden gerilim sahneleri bile tasarlanıyor. Bu hızlılık ve sentetiklik birçok filmde insanı, onun anlık korkularını, düşünme biçimini, hata yapma doğallığını çok gerilere atıyor, öldürüyor. Oysa Polanski’nin tüm bunlara sunduğu sinemasal çözümlerin karşılığı da hep eskilerde saklı.


Gölge Yazar tamlamasıyla izlediğimiz biyografi yazarının bünyesinde dahil olduğumuz politik entrikalar, Polanski ve Ewan McGregor sayesinde bizi adım adım bilinmezlik merdivenlerini çıkmaya zorluyor. Yazarla özdeşleşmek çok kolay. Merakını dizginleyen, sivrilmemeye çalışan yazarın naifliği, yavaş yavaş olmadığını iddia ettiği araştırmacı gazeteciliğe kayıyor. Politik it dalaşının tarafları olan eski İngiltere başbakanı Adam Lang, Richard Rycart ve Paul Emmett ile görüştüğü sahnelerde hiç ayak oyunları yapmayıp kimden ne duyduysa söylemesi, yaşadıklarını aynen aktarması, bu tarafların yazara verecekleri tepkilerin kestirilemez oluşuyla gerilimi arttırıyor. Her an kafasına bir kurşun sıkılabilir veya uçaktan okyanusa atılabilir bir belirsizliğin hakim olduğu bu ortamda yazarın gösterdiği saflık, onun hayatta kalmasını da sağlıyor bir yerde. Muhtemel aksiyonu hissettirmeyen ve göstermeyen Polanski anlatımı, hiç abartıya kaçmadan basit yollarla sahneleri gerebiliyor.

Yazarın navigasyon cihazlı konuk arabasıyla “son arama”yı takip ettiği, Emmett’a ulaştığı, sonra da takip edilmeye başlayıp feribota kapağı attığı uzun bölüm, şayet başka bir yönetmenin filminde yer alsaydı, kaynak gösterilecek isimlerin arasında mutlaka Polanski de olacaktı. Ne var ki, yazarın saflığı, finalde aptallığa dönüşünce filmin o anına dek ilgisini zinde tutan bir kısım izleyicide hazımsızlık belirtilerine rastlamak muhtemel. Gerçeğin gizlendiği şu “başlangıçlar” sırrı da filmin olgun zekâsına eğreti durarak bu durumu körükledi sanki. Sabit kameralı son sahne ise bu hazımsızlığı bir nebze doygunluğa dönüştürebilr. Çünkü politik yapımlarda mutlu son olmayacağı gerçekliği, acı da olsa izleyenlerde düşünmeyi tetikleyen mühim bir faktör.

Adam Lang’in Tony Blair benzerliği de çok konuşulmakta. Churchill, Thatcher ve Blair’den başka doğru dürüst Birleşik Krallık başbakanı tanımamamızın sebepleri var. Bush ile aynı dönemde kim başbakanlık yapsa belki aynı benzerliğe sürüklenecekti. Eski gazeteci ve BBC muhabiri Robert Harris'in The Ghost romanı, finaldeki sürpriz haricinde çok fazla twist içermiyor kanımca. Savaşlarda başı çeken liderlerin aynı zamanda birer insan hakları hamisi olduklarını, CIA’in elinin ve burnunun uzunluğunu bilmeyen kalmadı. Başkanlık sistemi ile başbakanlık mevkileri arasındaki fark dahilinde, her zaman İngiltere ile Amerika arasındaki efendi-uşak benzetmeleri yapılacak, hatta George Michael’ın Shoot The Dog klibi gibi çok daha ağır eleştiriler kusulacaktır.


Resmî görevleri sona erdiğinde bu insanların gölgelere yazdırdıkları biyografilere en ufak bir inancım yok. Nitekim yine bir gölgeye yazdırıldığı muhtemel Tony Blair’in yeni çıkan A Journey biyografisinde de, ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu politikaları hâlâ soğumadığı için herhangi bir pişmanlık itirafı (sanki çok şeyi değiştirecekmiş gibi) yer almadığı konuşuluyor. Neticede Chirac’ı hıçkırık tutmasından, Bush’un burnuna leblebi kaçmasından, eşleriyle geçirdikleri zor zamanlardan, araya bir iki üstü kapalı politik gönderme yarım ağızlığından, nasihatlerden öteye gitmeyen bu kitaplar, bir kere politikacının iradesi dışına çıkmadığı için ne derece objektif olabilir sorusunu sormak gerek. Galiba en zevklisi sinemada politikacı biyografisi izlemektense, politikacı biyografisi hazırlanış evrelerini izlemek olmalı.

2010 Avrupa Film Ödülleri'nde En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Kurgu, Görüntü Yönetmeni, Müzik ve Erkek Oyuncu (Ewan McGregor) dallarında ödül kazanan film, oyuncu seçimi yönünden çok etkileyici. Polanski’nin hemşehrisi Paul Edelman’ın görüntü yönetimi, şu sıralar en popüler tema bestecilerinden Fransız Alexandre Desplat’nın atmosferi çok iyi koklayan müzikleri, 95 yaşındaki efsane aktör Eli Wallach’ın kısa ziyareti, her zaman gri gökyüzü, loş oteller The Ghost Writer’ı eskiye değer veren günümüz sinemaseverlerini memnun edebilecek düzeyde bir film yapmaya yetiyor. Dillere sakız edildiği gibi Polanski’nin kendisini yasaklayan ABD ve İngiltere’den aldığı bir intikam olduğunu da düşünmüyorum. Belki sadece Polanski’nin değişime çok fazla değişmeden de ayak uydurabildiğinin, güncel savaş politikalarına ve iktidar çatışmalarının gizli oyuncularına eleştirel bakışını yitirmediğinin kanıtıdır.

3 Aralık 2010 Cuma

Roman Polanski: Wanted and Desired (2008)


Yönetmen: Marina Zenovich
Senaryo: Joe Bini, P.G. Morgan, Marina Zenovich
Müzik: Mark De Gli Antoni

Polonya asıllı ünlü Fransız yönetmen Roman Polanski’nin 11 Mart 1977’de tutuklanmasının ardında yatan olayları, hukuki süreci ve sonrasını ele alan Roman Polanski: Wanted and Desired, daha çok TV için çektiği belgesellerle bilinen Marina Zenovich’in yönettiği son derece sürükleyici bir belgesel. Bu suç yüzünden Amerika’ya girmesi tutuklanmasına sebep olacağından, filmlerini Avrupa’da çeken yönetmenin çalkantılı iş ve özel yaşamı, kusursuza yakın bir kurguyla bütünleştiriliyor. Parlak kariyerinde Chinatown, Cul-de-sac, Knife In The Water, Repulsion, The Tenant, Rosemary's Baby, Bitter Moon, Tess, The Pianist gibi klâsikleşmiş, kültleşmiş ve esin kaynağı olmuş filmler barındıran yönetmenin bu olay boyunca yaşadıkları, dostları, yapımcılar, tutuklanma ve yargılanma sürecinde aktif rol oynamış hukuk adamları ve gazetecilerin de yer aldığı yorumlarla şekilleniyor ve aydınlanıyor. Polanski’nin hayatından kısa özetler verip, film endüstrisine girişi ve yükselişi hakkında yapılan estetik bilgilendirmeler, arşiv görüntülerinin ustaca kurgulanmasıyla kendisini tanımayan veya az tanıyan seyircileri de içine alabilecek derecede yetkin. Belgesel, Polanski’nin tutuklandığı ve yargılandığı döneme ait bu kişilerden bazılarını da mercek altına alarak, onların davayla bağlantıları sayesinde yan karakterler ve hikâyeler de anlatıyor. Bu sayede gerçek kişi ve belgelere dayalı hukuki bir davayı, heyecan verici bir polisiye belgesele dönüştürmeyi de başarıyor.

Roman Polanski, o zaman henüz 13 yaşında olan Samantha Geimer’ı Vogue dergisi için fotoğraf çekimine davet ettiğinde yaşananlardan sonra reşit olmayan birine uyuşturucu vermek, çocuk tacizi, yasadışı cinsel ilişki, uyuşturucu kullanılarak tecavüz, sapkınlık, ters ilişki suçlarıyla tutuklanmıştı. Başta suçsuz olduğunu iddia eden, sonradan reşit olmayan biriyle kendi rızası dahilinde cinsel ilişkiye girme suçunu kabul eden, öte yandan “sadece ben değil, bütün erkekler genç kızlara ilgi duyar” argümanıyla kendini savunan yönetmen, o dönemde davayı takip eden dünya medyasını ve kamuoyunu da ikiye bölmüştü. Polanski Avrupa basınına göre Holocaust’tan kurtulmuş, annesi gaz odasında ölmüş trajik, dâhi ve tarihi bir kişilikti. Oysa Amerikan basınına göre şiveli konuşan bir yabancı, kötü niyetli, karanlık bir cüceydi. Bir kötü adam için mükemmel özelliklere sahipti. İşlediği suç da Amerikan toplumunun onu linç etmesi için yeterliydi.

Bütün dünyanın ilgi odağı olan davada Polanski’yi avukatı Douglas Dalton savunuyordu. Karşısında ise bölge savcısı Roger Gunson vardı. Dalton son derece zeki, işini bilen ve aynı zamanda mülayim bir avukat. Aynı özelliklere sahip Gunson ise, bir mormon olmasına rağmen davaya gayet mantıklı ve soğukkanlı yaklaşan, hatta Polanski’yi daha iyi anlayabilmek için tam da o dönemde düzenlenen Roman Polanski temalı bir mini festivaldeki filmleri izleyecek kadar işini önemseyen bir hukuk adamı. Chinatown'da yozlaşmayı, Repulsion'da çarpık bir zekâyı, Rosemary's Baby'de de tarikatları inceleyen Polanski filmlerinin hemen hepsinde masumiyet ile yozlaşmanın su üzerinde buluştuğu çıkarımını yapabilecek kadar da dikkatli bir seyirci aynı zamanda. Tecavüzün bir jakuzide gerçekleştiği iddiası da jüriyi etkileyecek kadar mükemmel bir zemindi bu yüzden.


Davanın seyrine etki eden en önemli unsur ise, davaya bakan yargıç Laurence J. Rittenband... Hollywood’da kamuoyunun ve medyanın ilgisini çeken pek çok davaya bakmış olan Rittenband, belgesele katılan yorumcuların da belirttiği gibi mahkemede kendini bir film yönetmeni gibi gören, medyaya rol kesen, kurnaz ve içten pazarlıklı bir yargıç. Yasalar çerçevesinde ortaya koyması gereken adalet anlayışını kolaylıkla kamuoyuna şirin görünmek adına değiştirebilecek bir yapıda olması da onu ayrıca tehlikeli yapıyor. Dava esnasında aldığı bazı kararlar ve çoğu kez karar almada yaşadığı sıkıntılarla davayı çıkmaza sürüklemesi, zıt kutuplardaki Dalton ve Gunson’ı bile ortak paydada buluşturabiliyor. Özellikle davalardan önce anlaşmayı seven Rittenband’in her iki hukuk adamıyla mahkemeden önce odasında ne yapmaları gerektiğini konuşması, kararını onlara önceden açıklayıp salonda bilmiyormuş gibi davranmalarını istemesi, tutamayacağı sözler vermesinin telafisini nasıl yapacağını bilemeyip onlardan ve davayla ilişkili başka insanlardan akıl istemesi, bir yargıç olarak güvenilirliğini iyice azaltıyor. Fakat Rittenband’den başka, davayı içinden çıkılması güç bir hale getiren bir kişi daha var: Roman Polanski!


1968’de Polanski ile evlenen güzel aktris Sharon Tate, 9 Ağustos 1969’da 8,5 aylık hamileyken Charles Manson'ın müritleri tarafından katledilmişti. Bu trajedinin ardından çok zor günler geçiren Polanski’nin bazı demeçleri ve evinin kapısındaki “pig” yazısı önünde fotoğraflanması, tüm bunların üzerine basının bir de bu olayla ilgili suçlamaları Polanski’ye yönlendirme çabaları yönetmeni iyice sıkıntıya sokmuştu. Aradan geçen birkaç yıldan sonra bu kez tecavüzle suçlanan Polanski, basının istediği kozu ellerine vermiş oldu bir nevi. İşte Rosemary's Baby'de de tarikatları konu alan yönetmenin tuhaf bir tarikat tarafından öldürülen eşinin ve doğmamış çocuğunun, tekrar ısıtılıp gündeme getirilmesi için ortam yine uygundu. O zamanki bazı dikkatsizliklerini tecavüz davası esnasında da gösterdiği için Polanski, kendisi hakkında ne karar vereceğini bilemediği yargıç Rittenband’in de işini güçleştiriyordu. Rittenband, Polanski'nin akli dengesi bozuk bir cinsel suçlu olmadığına karar verse de Polanski'nin 90 gün boyunca Chino devlet hapishanesinde psikiyatrik inceleme altında tutulmasına ve son kararın test sonuçları alındıktan sonra verilmesine karar verdi. Rittenband, Polanski'ye üzerinde çalıştığı filmi bitirmesi için üç ay süre tanıdı. Ama yurt dışına çıkması serbest olan yönetmenin, Almanya’ya gittiği sırada bir arkadaşı tarafından davet edildiği Oktoberfest bira festivalinde masasında kadınlarla verdiği fotoğraf basına sızınca kamuoyu yeniden Polanski’nin güvenilirliğini sorgulamaya başladı. Filmi için çalışmak yerine âlemlere akması, halen içinde bulunduğu davanın gidişatını etkileyebilirdi. Tabiî Rittenband de verdiği karar da medya ve hukuk çevreleri tarafından tartışmaya açıldı.


Chino hapishanesine gittiğinde can güvenliğinin tehlikede olduğu gerekçesiyle Polanski’nin 90 günlük cezası 42 gün sonra salıverilmesiyle sonuçlanınca yeni bir tartışma başladı. En az 10 yıl mahkumiyetle sonuçlanabilecek suçlamalardan 42 günle sıyrılması tuhaftı. Samantha Geimer ve ailesi Polanski’yi affettiklerini söyleseler de, avukatı Polanski’nin suçunu itiraf edip cezasını çektiğini düşünse de, 42 günlük bir cezanın cezadan bile sayılmayacağı yönünde hemfikir olan Amerikan basını, toplumu ve hukuk çevreleri, Rittenband’in baskıyı üzerinde hissetmesini sağladı. Böylece kalan cezasını çekmesi için Amerika, Polanski’nin peşine düştü. O ise Avrupa’da özgürce sanatını icra edebileceği gerçeğini Amerika’ya tercih etti. Filmler çekmeye devam etti. Amerika’da Oscar bile kazandı. Ama hâlâ bir aranandı. Avrupa’da arzu edilen, Amerika’da ise aranan! Belgesel genel olarak bu “arzu edilme” ve “aranma” üzerine tüm verilerini dürüstçe ortaya koyup, davaya tarafsız yaklaştığını belirginleştirmeye çalışıyor. Bu tarafsızlık çoğu zaman hakkıyla hissediliyor. Bu da belgeselin hakiki bir belgesel sınıfında nitelenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Aslında meseleye taraf olmak hem etik, hem de sanatsal yönlerden hiç de zor değil. Çoğu kişi ve kuruluş tarafını seçmiş durumda. Bunlara seyirci olarak bizler de dahiliz. Yaptıkları onaylanacak veya mazur gösterilecek şeyler değil. Fakat sinema adına yaptıklarını silip atmak da hiç adil değil. En önemli ve sağduyulu taraf, bir sanatçının sanatı ile özel hayatının karıştırılmaması, ikisinin birbirinden alacağı çok şeyler olduğu kadar tamamen kopuk şeritlerde ilerleyebileceği gerçeğini bilen ve ona göre sanatı/sanatçıyı değerlendirebilen üçüncü gözün sesine kulak verebilen taraf olsa gerek.

27 Kasım 2010 Cumartesi

The Secret Reunion (2010)


Yönetmen: Hun Jang
Oyuncular: Kang-ho Song, Dong-won Kang, Hyuk-kwon Park, In-gi Jeong, Jeong-won Choi
Senaryo: Hun Jang
Müzik: Hyung-woo Noh

Kuzey Kore gizli ajanı Ji-won (Kang Dong-won) bir görevde Kuzey ve Güney Kore'nin gerçek sınırı olan 38. Paraleli geçtiğinde, Han-gyu’nun (Song Kang-ho) başında olduğu Milli İstihbarat Servisi (NIS) müdahale eder. Ji-won, Gölge adlı profesyonel tetikçinin peşinde olduğu bir ailenin infazına tanık olmak zorunda kalır. Onu Seul’un göbeğinde bir silah çatışması takip eder. Ji-won ve Gölge kaçmayı başarınca, Han-gyu kovulur ve Ji-won da açığa çıktığı için birimi tarafından yüzüstü bırakılır. Altı yıl sonra, ikisi tesadüfen karşılaşır ve birbirlerinden bilgi çalmak amacıyla bir iş ortaklığına başlarlar.

2008’de çektiği Rough Cut ile başarılı bulsam da, henüz bir filmi bütünüyle tasarlama veya tasarladığını sonuca ulaştırma konusunda yeterince pişmiş görmediğim genç yönetmen Hung Jang, o filmde Ki-duk Kim ile birlikte yazdığı ilginç senaryonun özellikle senaryo olarak tam hakkını verememişti bana göre. Yönetmenlik konusunda ise Jang’ın diğer örneklerden çok ayrıksı durmayan, fakat hâkimiyetini sezdiren üslubu özellikle yakın dövüş filmlerden hoşlananlara biraz değişik bir tecrübe vaat ediyordu denebilir. Jang’ın yeni filmi The Secret Reunion ise, daha önce pek çok kereler işlendiği üzere Kuzey-Güney gerginliğini, tarafları temsil eden iki karakter sayesinde masaya yatırarak “insan olarak yok aslında birbirimizden farkımız” mesajını kuşanan yapımlardan. Zıt kutupların kapıldıkları çekimi daha çok kardeşlik bazında ele alan filmler arasında, yapmak istediğini iyi etüd etmiş ve her an bozulabilecek bu kardeşliği gerilimli, aynı zamanda sıcak bir dostluk öyküsüyle işlemiş bulunuyor. Ağır ve emin adımlarla iki düşman ülke vatandaşının, akıcı bir casusluk hesaplaşması yörüngesinde ağabey-kardeş ilişkisine kadar varması, filmin dramatik yönden ağlarını çok iyi ördüğünü gösteriyor.

Ne var ki bence filmin bitmesi gereken çok iyi bir nokta olmasına rağmen, son bir duygusal final daha hazırlanmış olmasını (gayet sevimli de olsa) biraz zorlama buldum. Kuzey-Güney çatışmasını, karakter olarak oldukça güçlendirilmiş iki birey yardımıyla dramatik bir polisiyede bu derece iyi organize etmiş, üstelik kaçak yabancı gelin sorununu da konusuna bütünüyle alâkasız sayılmayacak ölçüde yedirebilmiş bir filmin böylesi bir sevimliliğe ihtiyacı olmadığı görüşündeyim. Yine de çoğu seyirciyi memnun edecek bir sevimlilik olduğunu inkâr etmek olmaz. Usta oyuncu Kang-ho Song’un gözalıcı performansının her zaman olduğu gibi kapıp götürdüğü, çekimi, olay örgüsü ve dantel gibi işlenmiş dostluk öyküsüyle başarılı bir yapım The Secret Reunion.

20 Kasım 2010 Cumartesi

The Crow (1994)


Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Brandon Lee, Rochelle Davis, Ernie Hudson, Michael Wincott, Bai Ling, Sofia Shinas, Anna Levine, David Patrick Kelly, Angel David
Senaryo: James O'Barr, David J. Schow, John Shirley
Müzik: Graeme Revell

90’lı yıllar, 80’ler sonrası çekidüzen yılları gibi gelir bana. Kılık kıyafet, müzik, politik yapılanma ve sosyal bilinç 80’lere göre daha bir değişim geçirmeye başladı. Değişim dediğimiz şey de sancısız olmaz. Bireysel bunalımlar da beraberinde geldi haliyle. Buna mukabil, eserlere de yansıması kaçınılmaz hale geldi. Hep öyle değil midir zaten? Sinemada film noir hortladı, müzikte Grunge patladı, iç savaşlar azıttı.

Böyle bir dönemde The Crow’un efsaneleşmesi kadar normal bir şey olmamalı. Crow’u kültleştiren unsurun büyük ölçüde, çekimler sırasında karnına giren kurşunla daha 30’una gelmeden hayata veda eden, Bruce Lee’nin kendi kadar bahtsız oğlu Brandon Lee olduğu düşünülür. Tabiî öyle bir etki yadsınamaz. Ancak ben bu efsaneyi, yukarıdaki şartlara sahip döneme cuk oturan filmin kendine has karanlık, ümitsiz yapısına bağlıyorum. Daha 35 yaşına gelmeden göçüp giden nice oyuncunun filmi bu denli ilgi görmezken, The Crow’u “Brandon Lee’nin sette öldüğü film” olarak yüceltenlerden rahatsızım. Bir kere filmden önce James O'Barr çizgi romanının temelden sağlam bir hayran kitlesi zaten vardı. Film sadece bu kitleyi daha da genişletti. Ama çevirirken ellerimizi kurutan sayfaların yarattığı tuhaf etkiyi bu kez gözlerimize yaşatarak.

Serseriler tarafından vahşice öldürülen müzisyen Eric Draven ve nişanlısının intikamını almak için, Draven’in tekrar Crow olarak hayata geri dönüşünün hikayesi çok önceleri bir fenomendi. Film için dönemin yükselen değerlerinden, babası gibi dövüş sanatları ve drama eğitimi almış Brandon Lee’nin düşünülmesi mutlaka başlarda soru işareti uyandırmıştır. Benzetmede hata olmaz bu, Jet Li’nin Örümcek Adam olması gibi bir durumdu. Ama birkaç vurdu-kırdının ardından Junior Lee için bu film tam bir atlama taşı olacaktı, oldu da... Lee’nin Draven-Crow yorumu zaten tartışılmaz ama hikayenin ve Alex Proyas’ın kapkara yönetiminin, Crow’u özel yapan ilk etmen olduğunu düşünüyorum. Lee yaşasaydı belki Crow 2-3 saçmalıklarında da oynayacaktı, bilemeyiz. Ölmüş birinin nasıl kariyer yapacağı sunî bir tartışmadan öteye gitmez.


Joker-Robert Smith karışımı Crow, gotik, trajikomik ve hüzünlü yapısıyla çok özel bir süper kahraman. Aslında süper kahraman diyesim de gelmiyor. Çünkü alacalı bulacalı, daracık ve çoğu kez komik kostümlerle boy gösteren benzerlerinden farklı, zifiri bir özelliği var. Ama diğer kahramanlar gibi o da ikilemler denizinde çırpınıyor. 90’lar Grunge kuşağının onu bağrına basması boşuna değil. Onun serserilerden alacağı intikam, 80’lerin uyuşturucu havasından sıyrılan ve su yüzüne çıkan gerçekliklerin farkına varıp 2000’lere doğru hesap sorma yolunu yöntemini araştıran, kendince bir öç altyapısı arayışı içinde olan bireylerin intikam konseptine uyuyor. Zaten 90’lardaki Grunge kuşağının Jack London kitaplarından fırlamış görüntüsü ve o cayır cayır müziği, zamanında biriktirdiği fikirleri daha verimli bir platforma taşıma arzusu depreşecektir. Çünkü Grunge tümüyle köklerine bağlıydı. Belki de bu yüzden The Crow soundtrack albümünün Grunge şarkılarla dolu olması sadece Draven’in bir rock müzisyeni olmasından kaynaklanmıyordu. Draven-Lee figürü kaçınılmaz bir biçimde Kurt Cobain ile de özdeşleştirildi. Ama Cobain’in intihar-cinayet gizemi aydınlanmadığı sürece bu özdeşlik hiç adil değil. Cobain’in intihar zayıflığıyla, Crow’un kararlılığı benim için tezat. Benim Grunge kültürden algıladığım bu idealsizliğe ters. Bu yüzden Kurt Cobain’in öldürülmüş olmasını yeğlerim.

The Crow’da Brandon Lee’den başka mühim bir şahsiyet daha bulunmakta. Michael Wincott... Rutger Hauer kadar karizmatik, William Forsythe kadar zalim bu güzel-kötü adam üzerine ne methiyeler düzülse az. Robin Hood:Prince Of Thieves, 1492: Conquest Of Paradise, The Three Musketeers, The Count of Monte Cristo, The Crow’daki konseptine çok benzettiğim Strange Days ve daha nice filmin kötü adamı Wincott, Ridley Scott, Jim Jarmusch, Kevin Reynolds, Michael Cimino gibi yönetmenlerinde favori ismi aynı zamanda.

31 Mart 1993 öğlen 01:04’te hayatını kaybeden Brandon’un cenazesine, aralarında David Carradine, David Hasselhoff, Keifer Sutherland’in de bulunduğu 400’den fazla insan katıldı. Mezarı ise 90’larda Grunge’ın patladığı Seattle’da, babası Bruce Lee’nin yanında bulunmakta. Yakında her efsanenin geri döndürülme modasından The Crow da payını alacak. Yönetmen olarak ilk Blade filmi dışında pek parlak bir kariyeri bulunmayan, esasen özel efekt uzmanı olan Stephen Norrington'ın yöneteceği The Crow, 2011'de intikam almaya yeniden başlayacak. Brandon Lee'nin rolü için düşünülen isimler şu an için Mark Wahlberg ve Ethan Peck... Doğru, benim de yüzüm buruştu. Ama bu filmin senaryosunu Nick Cave'in yazmış olması işin rengini baştan aşağı değiştiriyor. Hiç aklıma gelmemesine rağmen, belki de bu iş için en uygun isimdi kendisi. Öbür türlü The Crow'un yeniden çekilmesi fikri hiç, ama hiç çekilmezdi.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Winter's Bone (2010)


Yönetmen: Debra Granik
Oyuncular: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Dale Dickey, Garret Dillahunt, Shelley Waggener, Casey MacLaren, Isaiah Stone, Casey MacLaren, Lauren Sweetser
Senaryo: Debra Granik, Anne Rosellini, Daniel Woodrell
Müzik: Dickon Hinchliffe

Alabama'nın küçük bir kasabasında iki küçük kardeşine ve hasta annesine bakmak zorunda kalan 17 yaşındaki Ree’nin uyuşturucu işine girmiş babasını bulma çabasını anlatan Winter’s Bone, böyle filmleri çok seven Sundance Film Festivali’nde büyük jüri ödülü kazanmış, Berlin Film Festivali’nde de iki ödül almış bir dram. Hani çok aradığımdan değil ama filmin görünür bir mesajı, hatta hiç mesajı yok. Sadece Ree’nin evlerini kaybetmemek uğruna polisle başı dertte olan babasını mahkemeye gitmeye ikna etmek için bulma çabası sırasında yaşadıklarını sade ama hissedilir bir gerilimle aktarıyor.

Bana göre en belirgin başarısı, Ree ve ailesinin yaşadığı güç şartları fazla duygu sömürüsüne kaçmadan, bunun yanında çevresel zorlukları soğuk iklimine uydurarak aktaran doğal anlatımında. Güneşli bir soğuk kış gününde uzun mesafe yürüyüşlerde yaşanan terleme halini yanıbaşımda hissettim örneğin. Ree’nin kayıp babasının nerede olduğu, başına ne geldiği, hepsi birbirini tanıyan kasaba halkının ne sakladığı yavaş yavaş artan bir gizemle bu anlatıma yediriliyor. İşin içine uyuşturucu meselesinin girişiyle bambaşka bir mecrada durağan bir mafya hikâyesine kaysa da, bir süre sonra o başkalığı da kendi özünde eritebiliyor. Bu yüzden redneck uyuşturucu mafya ailesi fikri hiç de sırıtmıyor.


Yerel, iklimsel ve suç gerilimi yönlerinden, aynı zamanda zorluklara karşı güçlü kalmak, ailesini bir arada tutmak zorunda kalan kadın karakterinin dramı üzerine yoğunlaşan Courtney Hunt filmi Frozen River’ı andıran Winter’s Bone, aslen bir roman uyarlaması. Yönetmen Debra Granik’in çektiği ise roman olduğunu fazla hissettirmeyecek ölçüde hem durağan, hem de hızlı denebilecek bir sinema filmi. Sefalet içinde yaşama tutunmaya çalışan hayatlar, para uğruna orduya katılmayı bile göze alabilecek çaresizlikler (belki mesajın bir kısmı da buradadır), kadının dağılan parçaları bir arada tutan/tutmaya çalışan anaçlığı gibi hayattan âşina olduklarımızı farklı bir coğrafyada da olsa kabul ettiren bir dengeye sahip. Yine de kaçak göçmen sorunundan güçlü insanî çıkarımlar yapmamızı sağlayan Frozen River kadar kökleri sağlam, dalları uzun olmadığı kanaatindeyim.

2011 Oscar'larında En İyi Film, En İyi Kadın ve En İyi Yardımcı Erkek, En İyi Uyarlaa Senaryo ödüllerine aday olan film, kazanamasa bile bu adaylıkları hak etmiş bir yapım. Ama özellikle ailenin aynı anda birkaç ferdi olmak zorunda kalmış Ree’yi canlandıran Jennifer Lawrence’ın, ayrıca oynadığı her sahneye fazladan bir gerilim katan amca Teardrop rolüyle John Hawkes'ın fark yarattıkları görülüyor. Etkili yan rollerden birini üstlenen Dale Dicky de filme önemli katkı sağlamakta. Winter's Bone, 2010 yılının en iyi bağımsızlarından biri.

11 Kasım 2010 Perşembe

Death Sentence (2007)


Yönetmen: James Wan
Oyuncular: Kevin Bacon, Kelly Preston, John Goodman, Stuart Lafferty, Jordan Garrett, Garrett Hedlund
Senaryo: Brian Garfield, Ian Jeffers
Müzik: Charlie Clouser

Nick Hume (Kevin Bacon) istikrarlı, rahat bir yaşamı olan sade bir vatandaştır. Bir sigorta şirketindeki orta kademe yöneticiliği yapmakta, güzel eşi Helen ve ergenlik çağındaki iki oğlu Brendan ve Lucas ile ilgilenmektedir. Hume ailesi banliyö mutluluğunun somut bir örneği olan orta sınıf bir ailedir. Bir gece Brendan’ın hokey maçından dönen baba oğul, durdukları bir benzin istasyonunda saldırıya uğrarlar. Brendan’ı vahşice öldüren serseriyi kendi çetesi bırakıp kaçar. Yakalanan katilin 2 veya 3 yıl ile kurtulacağını öğrenen Nick, mahkemede katil aleyhinde tanıklık yapmaktan son anda cayar. Çünkü katil ve onun bağlı olduğu çete ile ilgili başka planları vardır.


Death Sentence, Brian Garfield’in aynı adlı romanından uyarlanmış bir intikam hikayesi. O Garfield, 1974 yılında yazdığı bir başka romanından uyarlanan Death Wish filminde de benzer bir temayı işlemiş, Charles Bronson’un canlandırdığı sade Amerikan vatandaşı Paul Kersey’in sokak serserileri tarafından öldürülen karısının intikamı için New York sokaklarında insan avına çıkmasını konu edinmişti. Daha sonra bu kez Garfield’ın sadece karakterlerini tasarladığı 4 adet Death Wish devam filmi daha çekildi. Bu temayı çok sevdiği belli olan Garfield’ın 2000’li yıllara kadar uzanmış geleneğinde değişen pek bir şey olmadığını Death Sentence ile görebiliriz. 70’li yıllardan günümüze kadar gelmiş, geleceğe de uzanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek olmayan bu intikam temasının haliyle artık çok fazla klişe olduğu tartışılmaz. Ama bu tür filmlerin hala belli bir izleyici kitlesini peşinden koşturmasına, yeni hayranlar edinmesine şaşmamak gerek. Çünkü özellikle metropol veya banliyö hayatının mutlu aile atmosferini parçalayan bir trajedinin telafi edilme şekli ile, ya da tamamen intikama olan bakış açımız göz önüne alındığında karakterlerle özdeşlik kurmak iyi bir aksiyon/gerilim filmi bünyesinde çoğu kez kolay olmuştur.

Temelde formül çok basit: Orta sınıfa mensup sade bir vatandaşın sevdiği insanı veya insanları kötülüğe kurban vermesinin ardından içine düştüğü ikilem sonucu değişim geçirmesi, adaleti ödeşmede araması. Sağlıklı olsun veya olmasın, adaletin istediği biçimde tecelli etmemesini hazmedemeyen bireyin, kendi içinde o zamana dek fark edemediği yabancının ortaya çıkması ile öldürmeye başlaması. Tabi arada ufak tefek yan dramlar da olsa fena olmaz. Mesela Death Sentence’da olduğu gibi, ailenin altın çocuğu, elini attığı alanlarda bir numara olmuş Brendan’ın gölgesinde kalan küçük kardeş Lucas tarafından kıskanılması. Yine de bunların öykünün iç dinamiğine pek katkısı yoktur. Bu basitliğin zamanla kısır döngüne, vasatlığa, kalitesizliğe yol açması şaşırtmamalıdır. Nihayetinde defalarca elden geçirilmiş bu tip intikam teması etrafında dönen bir konudan bahsediyoruz. Tam bu noktada devreye anlatım biçimi giriyor. Yönetmen seçimini yapmak zorunda. Klasik anlayışa uygun bir hava mı sergileyecek, türler arası bir stil arayışına mı girecek, yoksa kendi tarzını oluşturma yolunda özgün olma çabasıyla radikal çözümler mi üretecek. İşte Garfield’in klasik anlayışa meyilli romanını uyarlama görevi, son yılların en stilize, en zeki gerilimlerinden biri olan ve ikinci sınıf devam filmleriyle istismar edilen ilk Saw filmini Leigh Whannell ile yazıp kendi tarzına göre yöneten genç James Wan’a düşmüş.

Bir David Lynch ve Dario Argento hayranı olan James Wan’ın üçüncü uzun metrajı olarak Death Sentence, bir başka korku-gerilim bekleyen kesim için sürpriz sayılabilir. Çünkü sözünü ettiğimiz 70’lerden gelen klasik intikam maceralarının günümüz normlarına uyarlanması sonucu ortaya çıkan, başı sonu belli bir aksiyon-macera için James Wan ismi ilk akla gelenlerden olmasa gerek. Peki sonuç? Aynen bir önceki cümlede belirtilen bir aksiyon-macera. Ve bu eski hikaye klasik anlamda günümüze nasıl uyarlanmalı ise aynen öyle. Bu klasik tabirinin tipik Hollywood klasikliğine yaslandığı yerler, hızlı kurgunun getirdiği kendi iç mantığına sırtını döndüğü anlar, yukarıda sözünü ettiğimiz başarılı ağabey gölgesinde kalmış küçük kardeş benzeri basit iliştirmeler, hatta John Goodman’ın filmden tamamen çıkarılsa bile hiçbir şey fark etmeyecek gereksiz tiplemesi gibi tasarımlar bulunmakta. Yine de Wan’ın ellerinde gayet akıcı, sürükleyici ve vasatın üzerinde bir aksiyon disiplini olan bir film görünümünde. Katlı otoparkta sonlanan alabildiğine hoyrat takip sahnesinin dinamizmi tuhaf bir coşku yaratıyor örneğin. Bazı çevrelerce Neil Marshall, Alexandre Aja, Eli Roth, Rob Zombie, Darren Lynn Bousman gibi son dönemlerde ivme kazanan gore meraklısı yeni nesil yönetmenlerin de içinde bulunduğu bir güruha dahil edilen James Wan, bu hamlesiyle belki bu yaftanın üzerine yapışmasından endişe eder bir tavır mı alıyor bilinmez. Ama yaratıksız, seri katilsiz, bilmece, bulmacasız, sürprizsiz tipik bir intikam hikayesine adını yazdırmakla kendi limitlerini veya limitsizliğini test ediyor sanki.


Sade bir vatandaşın patlamaya hazır bir bombaya dönüşümünü ele almak çoğu zaman inandırıcılıkla boğuşmak anlamına gelir. Mülayim bir insanın bir anda gözükara bir katile, ya da yine bu senenin bir başka benzer temaya sahip Neil Jordan yapımı The Brave One’daki Erica Bain’in bünyesinde canlandırılmak istenen sokakların kurtarıcısına uzanan süreci dikenlerle doludur. Bir kurban verilmiştir ve hayat devam etmektedir. Serserilerin katlettiği Erica Bain’in sevgilisi gibi Nick Hume’un oğlu Brendan da yok yere öldürülmüştür. Adalet yerini bulmadığında ise seçilen yol her iki karakter için aynı olsa da, ödenen bedeller söz konusu olduğunda Nick’in hasarı daha fazladır. Bu ve diğer başka sebepler yüzünden sanki Nick’in intikamı, Erica’nın intikamından daha sağlam gerekçelere dayalı. Mesele sevgili veya evlat ayırımı değil. Mesele her iki film izlendiğinde daha iyi idrak edilecek başka bir şey.

Birbirine çok yakın duran bu iki film ve iki karakter, kağıt üzerinde büyük şehir paranoyasının doğurduğu bir çıkış arayışından besleniyorlar. Erica’nın biraz da şiirselliğe meyleden şiddet yorumları akla yatkın olsa da, Nick’in ödeşme manasına gelen eşitlik kavramının sebebiyet verdiği kaos vurgusu çok daha gerçekçi. İşte tam da bu yüzden Nick Hume, Erica Bain’den ziyade Tom Stall’a daha yakın sanki. David Cronenberg’in A History Of Violence filminde sıradan bir aile babası olarak tanıştığımız Tom, karanlık geçmişiyle yüzleşmek, hatta ödeşmek için kaosu göze almış bir karakter olarak bu bağlamda Nick ile aynı kaldırımda yürüyor. Sonuç olarak bir Haneke gerçekliği izlemiyoruz ve aile kurumunun üzerine kabus gibi çöken belanın kendi belasını bulmasından haz alıyoruz. Bu belanın başına bela olan kişinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceğimiz orta sınıf bir aile babası olması ve o bela ile aynı dilden konuşmaya başlaması yüreğimizi soğutuyor. Yani Erica Bain’in deyimiyle içimizdeki yabancıyı uyandırıyoruz. Ve tuhaf biçimde eşitliğin getirdiği kaos, bizi o karaktere yabancılaştırmıyor, yaklaştırıyor.


Brian Garfield’in intikam mekanizmasından ötürü karşılaştırma durumunda bırakılan Charles Bronson-Kevin Bacon benzemezliği elbet göze batacaktır. Ama o kadar alakasız bir benzetme ki bu, her ikisi de kendi çöplüğünde devleşen kurmacalar olduğundan, geçirdikleri değişimin kabul edilirliği üzerinde fazla durmak da gereksizleşiyor. Bir kere Kevin Bacon filmin kendi doğal klişesi içinde üzerine düşeni kusursuz yerine getiriyor. Geçirdiği insani/fiziki değişim üzerinde ne tür tartışmalar dönerse dönsün, hastaneden kaçtıktan sonraki Nick Hume’a baktıktan sonra gerisi pek önem arzetmiyor. Çok fazla ses getirmiş yapımda oynamamış olmasına rağmen, onun bir nesil sonrasının Christian Bale olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır düşüncesindeyim. Sleepers’da canlandırdığı pedofil gardiyan tiplemesi bile tek başına onun oyun gücü hakkında bir fikir verebilir. Nick Hume’ün öncesini ve sonrasını çok iyi yansıttığı gibi, başrol tarafından bir film nasıl taşınır sorusunun yanıtını cebinde taşıyor. Yine klişelere sadık kalan bir yorumla Nick Hume’ün bu hayranlık verici dönüşümünü en iyi özetleyen filmin baş kötüsü oluyor.

Final ise, Dead Man's Shoes kadar sıra dışı bir intikam finali olmasa da, sanki 70’lerin alaycı kara finallerine bir gönderme gibi duruyor. Sonuç olarak modern bir metropol westerni olma yolunda sağlam adımları olan, şahsi yorumlara binaen bu adımların bir kısmını özgün olma iddiası taşımadan, türünün klasiklerine saygılı bir üslupla atan bir aksiyon gerilim ile karşı karşıyayız. Klişeler zaten böyle filmlerin olmazsa olmazlarıdır. Mühim olan onların küllerinden bir şeyler çıkarabilmek. Kim ne derse desin, bence Peckinpah bu ufak tefek Malezyalı’yı görseydi belli sebeplerden onunla gurur duyardı.