4 Mayıs 2017 Perşembe

Passengers (2016)


Yönetmen: Morten Tyldum
Oyuncular: Chris Pratt, Jennifer Lawrence, Michael Sheen, Laurence Fishburne
Senaryo: Jon Spaihts
Müzik: Thomas Newman

Yıldızlararası uzay gemisi Avalon, koloni gezegeni Homestead 2'ye doğru otomatik pilota bağlı olarak ilerlemektedir. 500 küsür mürettebat dahil 5000 yolcu, yaşlanmalı durmuş vaziyette uyku kapsüllerinde yolculuk etmektedirler. Meydana gelen bir kaza sonucu yolculardan Jim, toplam 120 yıl sürecek olan bu seyahatin 30. yılında, yani yolculuğun bitmesine 90 yıl kala uyanmıştır. Tekrar kapsüle girip kaldığı yerden uykuya dalması mümkün değildir. Jim'in yardım istemek için dünyaya gönderdiği mesaj 19 yıl sonra oraya ulaşacak, en yakın cevap ise 55 yıl sonra gelecektir. Konuşabildiği tek kişi olan robot barmen Arthur'u saymazsak bu dev gemide, uyku halindeki binlerce insan arasında tek başına kalan Jim, bir yandan geminin türlü imkanlarından faydalanmakta, bir yandan da ana kumanda merkezine girip bu durumu düzeltmenin yollarını aramaktadır.

Senaryosunu daha önce Prometheus (2012) ve Doctor Strange (2016) senaryolarında da adı görünen Jon Spaihts'in yazdığı Passengers'ın yönetmen koltuğunda, özellikle 2011 yapımı enfes bir suç gerilimi olan Hodejegerne ile dikkatleri çeken Norveçli Morten Tyldum oturuyor. Bu dikkat çekme sonrası İngilizce konuşulan filmler çekmesi için daha yüksek bütçeler ve imkanlar elde eden Tyldum, önce 2014'te II. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunun enigma kodunu kırmak için görevlendirilen ünlü matematikçi Alan Turing'i konu edinen The Imitation Game ile tipik Oscar kurnazı bir filme imza atmıştı. Hollywood'un nimetlerinden hoşlanmış olacak ki, bu defa Jennifer Lawrence ve Chris Pratt gibi son dönemin iki popüler oyuncusunu, bilimkurgu / romantik dram karması bir filmde yönetme fırsatı bulmuş. Passengers, "aslında fikir güzel" diye başlayıp, "ama" diye devam edeceğimiz filmlerden. Devasa büyüklükte ve sürprizlerle dolu bir yolcu uzay gemisinde tek başına kalma halindeki bu çekici fikir, başlarda gayet iyi gidiyor. Ama yukarıda filmin konusunu özetlerken hiç bahsedemediğimiz, ne var ki afişin yarısının sahibi yazar Aurora Lane'in filme dahil oluş şekli ve bu şekil üzerinden yapılabilecek zengin okumalar geniş bir spoiler alanı kaplıyor. Bu yüzden daha üstü kapalı bir eleştiri gerekiyor.


"Aslında fikir güzel" kısmına dönersek, özellikle Jim'in yalnız takıldığı anların modern bir Robinson Crusoe'ya veya bir süre sonra her günü birbirine benzemeye başlayan Groundhog Day'deki Phil'e benzeyen dokusundan bölümler dolusu dizi bile çekilebilir. Aurora'nın dahil olmasıyla bu diziye ikinci bir sezon eklenebilir. Böylece senaristler önce bu "ıssız" kalma haline, sonra da "güzel bir kadın ile ıssız" kalma haline dair ne fantezileri varsa rahatça dile getirebilirler. Jon Spaihts de bu hallerin bilinciyle tasarladığı senaryosunu kendi fantezileriyle süslüyor. Ama bu bir uzun metraj olduğu için acele etmek, seyircinin bazı olası taleplerini pas geçmek durumunda kalıyor muhtemelen. Bu yüzden filmde yaşanan önemli duygu kırılması, sonrasında uydurma gemi arızası sebebiyle yaşanan zorlama aksiyon ve süre yetmediği için apar topar paketlenmiş final, filme dair beklentileri çöpe atıyor. Çok derin ve felsefi altyapısı olmayan bir varoluş hikayesi önce aşk hikayesine, sonra da Amerikan seyircisinin sevdiği bir kahramanlık hikayesine dönüşüyor. Fakat bu dönüşümler kendi içlerinde ve birbirlerine bağlanmada sıkıntı ve klişelere boğuluyor.

Gideceği yere ulaşmak için önünde 90 yılı bulunan bir gemide uyanık olan Jim ve Aurora'nın Adem ile Havva okumasının bile esamesinin okunmaması, zaten ortada çok özenli bir senaryonun değil, sadece iyi bir fikrin olduğunu gösteriyor. Belki daha Hollywood dışı bir anlayışla ya da mesela Arrival'ın yaptığı gibi bilimkurguyu araç olarak kullanıp ilişkilerdeki iletişim ve ifade meselesini daha derinleştirmek, bu sayede dramatik yönünü kuvvetlendirmek mümkün olabilirdi. Hatta gereksiz aksiyondan ve pahalı popüler başrollerden kısılarak daha karanlık, daha bağımsız bir senaryo etrafında şekillenip iz bırakan bir film haline gelebilirdi. Ne var ki tipik bir Hollywood blockbuster olması istendiği çok açık. Amores perros, Frida, 21 Grams, Babel, Biutiful, Los abrazos rotos, The Homesman filmlerinde imzası bulunan Meksikalı görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto bile standartların dışına çok nadir çıkıyor. Hodejegerne gibi sıkı bir filmden sonra kendini bu Amerikan standartlarına bırakan Morten Tyldum hatırına izlediğim Passengers'tan aklımda kalan tek şey, barmen Arthur'un Jim'e söylediği  "nerede olmak istediğine çok fazla kafa yorarsan, bulunduğun yerin tadını çıkarmayı unutursun" cümlesi oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder