31 Temmuz 2017 Pazartesi

Contratiempo (2016)


Yönetmen: Oriol Paulo
Oyuncular: Mario Casas, Ana Wagener, Bárbara Lennie, José Coronado, Francesc Orella, Iñigo Gastesi, San Yélamos
Senaryo: Oriol Paulo
Müzik: Fernando Velázquez

Adrián Doria, Asya pazarı ile yaptığı ticari anlaşmaları ve yüksek teknoloji şirketi nedeniyle "Yılın Girişimcisi" ödülü almış başarılı bir iş adamıdır. Evli ve bir çocuk babası olan Adrián'ın, fotoğraf sanatçısı Laura Vidal ile de gizli bir gönül ilişkisi vardır. Filmin şimdiki zamanında, bir dağ oteli odasında yanında fotoğrafçı sevgilisi Laura'nın cesedi dururken polis tarafından tutuklanıp kefaletle serbest bırakılan Adrián'ın evinde tedirginlikle birini beklediğini görürüz. Adrián, kendisine güvenilir bir savunma yaratmak için kendi avukatı Felix tarafından tavsiye edilen tanık hazırlama ve adli bildirimlerde uzman, deneyimli avukat Virginia Goodman ile buluşur. Bu şantaj ve cinayet davasında Adrián'ın sakladığı bazı sırlar olduğunu anlayan kurt avukat Virginia, onu sıkıştırmaya başlar. Adrián ve Laura bir gün kaçamak yaptıkları dağ evinden dönerken araba kazası geçirirler ve diğer arabada bulunan Daniel Garrido isimli gencin ölümüne sebep olmuşlardır. Olayı polise bildirmek yerine bir plan yapıp ayrılırlar. Laura arabayla eve dönerken, Adrián cesedi arabasının bagajına koyup göle atar. Oğulları kaybolan Tomás Garrido ve eşi, bu işin peşini bırakmamaya kararlıdır.

Özellikle 2012'de yazıp yönettiği El Cuerpo ile polisiye gerilim kulvarında önemli bir başarı sağlayan Oriol Paulo'nun imza attığı Contratiempo, bu minvaldeki beklentileri boşa çıkarmayan yine çok katmanlı bir suç dramı. El Cuerpo ile taşıdığı benzerlikler yönünden ele alırsak, büyük çoğunluğu Adrián ve Virginia'nın davanın gidişatı hakkında konuştukları gece ortaya çıkan gerçeklerin flashbacklerinden oluşan zeki kurgunun seyirciyi kolayca avucunun içine alması Contratiempo'nun en genel özelliğini oluşturmakta. Laura cinayetine giden yoldaki en mühim kırılma noktası olan trafik kazasının detayları, sonrasındaki panik anı, Adrián ve Laura'nın ayrı ayrı başından geçenler, tesadüfler, twistler, kazada ölen Daniel'in babası Tomás'ın bir dedektif gibi olayı araştırma inadı, Paulo'nun polisiye zekasıyla şekilleniyor. Seyirci olarak bir yandan Adrián ve avukatının vekili olan Virginia arasında gece tek mekanda geçen gerçeği bulma, onu nasıl değiştireceğine karar verme buluşmasını izlerken, diğer yandan o buluşmada Adrián'ın anlattıklarıyla sürece dahil olup nefeslerimizi tutuyoruz. Çünkü bu hikaye her an her şeyin değişebileceği, gerçekle yalanın kolaylıkla iç içe geçebileceği türden bir canlılık taşıyor.


Gerek El Cuerpo'da, gerekse Contratiempo'da görülen bir başka benzerlik ise, Oriol Paulo'nun üst sınıfın zaaflarına karşı bir duruş sergilemesi kadar, yine de kritik kararları onların vermesi yönünde açık kapı bırakması. Fakat karakterlerin bu açık kapının yerine daha riskli olan yolu seçmeleri, ehlikeyf üst sınıf bireylerinin konforlarını kaybetmemek uğruna herşeyi göze alabileceklerine dair basit bir okumayı da beraberinde getiriyor. Paulo, bu basitlikten hareketle o riskli seçimi kontrollü biçimde dallandırıp budaklandırmayı çok iyi beceren bir senarist/yönetmen. O an kendilerince doğru olarak gördükleri, fakat yanlışlığı sonradan anlaşılacak bu kararları kendine uygun biçimde cezalandırmayı seviyor. Tabii bu "kendine uygun" meselesi tartışılabilir. Zira Paulo'nun kartları karıştırıp sonra yavaş yavaş onları sıraya dizme üslubunu daha önce başka senarist/yönetmenlerin bazı filmlerinde görmüşlüğümüz var. Örnek vermeye kalkarsak film için spoiler tehlikesi mevcut olacağından, Paulo'nun bu polisiye gizem/gerilim şablonundan taze ve canlı başka versiyonlar üretmedeki başarısını tekrar edelim olsun bitsin.

Contratiempo, sürpriz final yönünden de El Cuerpo'dan geri kalan bir film değil. Oriol Paulo'nun film için önceden sağladığı kurgusal bütünlüğü bize açık etmeye niyeti yok. Yeni açılmış puzzle kutusundan çıkan parçaları önümüze koyup, her anıyla deneme yanılma, sonra tekrar deneme çabamızı sınıyor. Sona yaklaştıkça bitiriyor gibi görünen manzaraya daha dikkatli bakmamız gerektiğini anlıyoruz. Nihayet puzzle bittiğinde ise ona başka bir açıdan bakmamız gerektiğini son 10 dakikaya sığdırabilecek kadar da bu bütünlüğe hakim bir adam. Geri dönüş sahneleri birer joker gibi ustalıkla kullanıyor. Adrián ve Virginia Goodman arasında filmin gerçek zamanındaki zeki diyaloglarla da tansiyonu hiç düşürmeyerek geçmiş ve şimdiki zamanın birbirinden beslenmelerini sağlıyor. Son 10 dakikanın bitiminde ise kendi gelecek zamanını çoktan belirlemiş oluyor. Filmin dört ana başrolünden Mario Casas (Adrián) ve Bárbara Lennie (Laura) çok iyiler. Ama Ana Wagener (Virginia Goodman) ve El Cuerpo'da da izlediğimiz José Coronado (Tomás) gibi İspanyol sinemasının iki tecrübeli oyuncusunu izlemek büyük keyif. Rollerinin her kıvrımına çok hakim bu oyuncuların canlandırdıkları karakterler adeta akrandan taşıyor. Enfes bir polisiye roman kıvamındaki senaryosu ile Contratiempo, aynı özelliklere sahip El Cuerpo'dan sonra Oriol Paulo'nun yeni çalışmalarının da yolunu gözletiyor.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

What Happened, Miss Simone? (2015)


Yönetmen: Liz Garbus

Belgesel yapımcısı ve yönetmeni Liz Garbus'un, 1933-2003 yılları arasında yaşamış Amerikalı piyanist, şarkıcı, aktivist Nina Simone'un çalkantılı hayatını incelediği What Happened, Miss Simone?, Amerikan müzik tarihine sessiz sedasız damgasını vurmuş bir kadının bilinmeyen dramına ışık tutan bir belgesel. Henüz 3-4 yaşlarında piyano çalmaya başlamış, kilise korosunda çalarken Bayan Mazzanovich adlı bir müzik eğitmeni tarafından keşfedilen Eunice Kathleen Waymon'ın Nina Simone olmaya doğru giden süreçte yaşadıkları, müzikal, kişisel, ailevi ve toplumsal dinamiklerle ele alınıyor. Bu dinamikleri başlık başlık değil, birbirinin içine geçirerek, böylece hepsinin yakın ilişkisini vurgulayarak kurgulayan Garbus, arşiv görüntüleriyle, Nina Simone'un ses kayıtları ve röportajlarıyla, kızı Lisa Simone Kelly, kocası ve aynı zamanda menajeri Andy Stroud, uzun süre gitaristliğini yapmış arkadaşı Al Schackman, müzik yazarları ve aktivistlerin yorumlarıyla, tabii ki tarihe bırakılmış birbirinden güçlü Nina Simone şarkılarıyla kaliteli bir film ortaya koyuyor.

Bayan Mazzanovich'ten aldığı dersler ve onun yardımıyla kurulan "Eunice Waymon Fonu" sayesinde birçok resital veren, Bach, Beethoven, Debussy, Brahms çalan, Amerika'nın ilk siyahi klasik müzik piyanisti olma hayali kuran Nina Simone, yoğun çalışma temposu yüzünden çocukluğunu izole bir biçimde geçiriyor. Ailesi de onu ırkçılık yönünden bilinçlendirmiyor. Siyah olması yüzünden başvurduğu müzik okullarına kabul edilmemesini anlamlandıramayışı, bu izole oluş ve bilinçsizlikten kaynaklanıyor. Garbus'un bu noktaya temas edişi çok yerinde. Çünkü bu kafa karışıklığı, Nina Simone'un hayatında önemli bir rol teşkil ediyor, seçimlerini etkiliyor. Klasik müzik hayalini gerçekleştiremeyince ailesini geçindirmek için cüzi ücretlerle sahneye çıkan, mekan sahipleri tarafından piyano çalması yanında şarkı da söylemesi istenen, bu yüzden mecburen blues ve caza yönelen Eunice için Nina Simone sayfası açılıyor. Bir partide tanışıp aşık olduğu polis memuru Andy Stroud ile evlenmesi, Andy'nin işinden ayrılıp onun menajeri olması, kızı Lisa'nın doğumu, üstün yetenekleri sayesinde giderek ünlenmesi onun hayatına yeni sayfalar ekliyor.


Kocası ve menajeri Andy Stroud'un fiziksel şiddete varan baskıları ve yoğun çalışma temposu sonucunda üzerinde şöhretin baskısını daha çok hissetmeye başlaması Nina Simone'u bunalıma sürüklüyor. Dönemin ırkçılık karşıtı sivil hareketlerinden etkilenmesi, politik bir donanımı olmamasına rağmen kariyerini umursamadan bu hareket içinde yer almak istemesi, bu yüzden iş kaybına uğraması sonucu bu bunalım gittikçe şiddetleniyor. Doğruluğuna inandığı şeyler ile müzikal dehası arasında sıkışması, aynı zamanda Amerika'daki ırkçılık ile baş edemeyeceğini iyice anlaması sonucu huzur bulmak için Straud'dan boşanıp Liberya'ya gitmesi de onun şan şöhret peşinde koşan bir karakterde olmadığını gösteriyor. Ama geçimini sağlamak için müziğe dönmesi kaçınılmaz olduğundan İsviçre'ye Montreux Caz Festivali'ne katılarak eski günlerine dair nabız yokluyor. Oradan iyi reaksiyon almasına karşın Paris'e gittiğinde geceliği 300 dolardan sahneye çıkmak zorunda kalan düşmüş bir müzisyene dönüştüğünü fark ediyor. Psikolojik sorunları, çevresi ve hayranlarıyla olan ilişkilerini de etkiliyor. Ancak müzisyen dostlarının da yardımıyla küllerinden doğma anı onu bekliyor. Çünkü onun gibi müzikal dehaların yok olması çok zor.

Hayatı boyunca hep içinde kalmış olan klasik müzik piyanisti olma hayalini gerçekleştirse, tüm dünyanın tanıdığı Nina Simone olur muydu bilinmez. Fakat karşımızda evliliğe, şöhrete, ırkçılığa, politikaya karşı donanımsız bir kadın olduğu gerçeği var. Bu onu kesinlikle zayıf göstermiyor. Karşılaştığı bu anormal durumlara karşı ne kadar insan kalabildiğine işaret ediyor. Üstün müzik yeteneği sayesinde milyonlarca hayran edinmiş bir kadının hala "kendim olmakla yaşamak zorundayım" diyebildiğine tanık oluyoruz. Kendi sesinden duyduklarımız kadar, hayatının çeşitli dönemlerinin ve olaylarının sözcülüğünü yapmış Little Girl Blue, I Loves You Porgy, My Baby Just Cares For Me, Mississippi Goddam, Ain't Got No - I Got Life, To Be Young Gifted and Black gibi şarkılarla tanışıyor, zaten tanıyorsak onları daha da anlamlandırıyoruz. Belki de bir klasik müzik piyanisti olsa, Nina Simone olmayacaktı. Daha sınırlı bir kitle tarafından tanınacaktı. Bu güzel pop caz, soul, R&B şarkıları yazmayacak, onları seslendirip o güzel sesinden mahrum bırakacaktı. Ama en azından yapmaktan mutlu olduğu şeyi yapacaktı. Nina Simone olmaktan mutsuz olduğu dönemlere rağmen, öyle ya da böyle müzik yapıyor olması, onun içindeki yaşam sevincini, hüznünü, öfkesini insanlara geçirebilmesi açısından çok önemli.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Daglicht (2013)


Yönetmen: Diederik Van Rooijen
Oyuncular: Angela Schijf, Fedja van Huêt, Monique van de Ven, Matteo van der Grijn, Maartje van de Wetering, Daniel Verbaan, Derek de Lint, Thijs Römer, Victor Löw
Senaryo: Philip Delmaar, Diederik Van Rooijen, Simone Kome van Breugel, Marion Pauw
Müzik: Bart Westerlaken

Otistik belirtilen gösteren oğlu Aron ile sorunlar yaşayan avukat Iris, Aron'un okuldan bir hafta ceza alması üzerine onu annesi Ageeth'in evine götürür. Ageeth ise evi onlara bırakarak seyahate çıkar. Birgün eve gelen akvaryum uzmanından tesadüfen hiç görmediği bir ağabeyi olduğunu öğrenir. Annesine neden bunu sakladığını sormak istediğinde ise ona ulaşamaz. Yaptığı araştırma sonucunda, yıllar önce komşusunu ve komşusunun beş yaşındaki kızını öldürmek suçundan özel bir hapishanede olan otistik üvey ağabeyi Ray'in izini bulur. Ray'i tanıdıkça, davranış yönünden onun otistik oğlu Aron’a çok benzediğini fark eder ve ağabeyinin masum olduğunu düşünmeye başlar. Hem hapishanedeki Ray ile buluşmalarında, hem de araştırmalarını derinleştirdikçe, sırlarla ve sürprizlerle dolu geçmişte adım adım yol almaya başlar. Marion Pauw'un romanından Pauw'un yanı sıra Philip Delmaar, Diederik Van Rooijen, Simone Kome van Breugel gibi isimlerin senaryosunu yazdığı, bu isimlerden Diederik Van Rooijen'in yönettiği Daglicht, kaliteli ve sürükleyici bir romanın tüm özelliklerini taşıyan yapıda bir film.

Başlangıçta problemli oğlu Aron'un davranışları, gizemli annesi Ageeth ile ilişkisi ve avukat olarak üstlendiği varlıklı Benschop ailesinin porno film sektöründeki oğlu Peter'ın taciz davası ile karışık bir görüntü çizen film, buna bir de hiç bilinmeyen ağabey meselesini ekleyince hangi alana yöneleceğini merak ettiriyor. Ama kısa sürede bu parçaların, Iris'in masumiyetine inandığı ağabeyi Ray'in masumiyetini ispat etmek için izleyeceği yola hizmet ettiği anlaşılıyor. Iris'in Ray ile konuşmaları ve gerçeği arayış yolculuğuna flashbacklerle serpiştirilen Ray'in hikayesi filmin boyutunu değiştirdiği gibi, Aron'un yapmayı sevdiği puzzleları da andırmaya başlıyor. Ray'in bu cinayetleri işleyip işlemediği, işlediyse onun gibi naif birinin neden böyle canice birşey yaptığı, işlemediyse onları kimin öldürdüğü gibi soruları zekice kafalarda döndüren, yan karakterlerle bu sorulara başkalarını ekleyen senaryo, bazı olayları oldu bittiye getirse de finale kadar bu soruları sordurmayı sürdürüyor.

Bu kadar çabadan sonra sürpriz bir finalin bizi beklediği de sürpriz sayılmaz. Tabii o finale kadar her seyirci kendi teorisini bir şekilde üretmiş oluyor. Fakat son ve güçlü bir flashback ile açığa çıkan gerçek bu kadar öngörülemez olunca, zaten o ana dek çok iyi geliştirilmiş olan bu hikayeye yakışır biçimde bitirilmesi filmin duygusal yönünü bir kat daha arttırıyor. Bu sonu tahmin eden çıkar mı bilinmez. Ancak tahmin edemeyenler için gerçekten güçlü bir uyanış anı taşıyor ki, bu an hem görüntüleriyle, hem de müzikleriyle duygu yoğunluğu taşıyor. En başta Ray rolündeki Fedja van Huêt olmak üzere, Iris rolündeki Angela Schijf ve Hollanda sinema ve televizyonunun tecrübeli aktrislerinden Monique van de Ven'in hem filmin dokusuna uygun biçimde kimi zaman mesafeli ama etkili performansları da filme farklı açılar katıyor. Hollywood'un henüz neyse ki farkına varmadığı, varmaması gerektiği bu çarpıcı hikaye, ola ki birgün yeniden uyarlanırsa bile ilk tercihimiz mutlaka Daglicht olmalı.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Hounds Of Love (2016)


Yönetmen: Ben Young
Oyuncular: Emma Booth, Ashleigh Cummings, Stephen Curry, Susie Porter, Damian de Montemas, Harrison Gilbertson
Senaryo: Ben Young
Müzik: Dan Luscombe

1987 yılında John ve Evelyn White çifti, genç kızları kaçırıp onlar üzerinde cinsel fantezilerini gerçekleştirdikten sonra öldürmektedirler. Anne babası boşanmış 17 yaşındaki Vicki, boşanmanın sorumlusu olarak gördüğü annesinin yanında kaldığı bir gece, arkadaşlarıyla bir partide buluşmak için evden kaçar. Yolda karşılaştığı John ve Evelyn, onu kısa süreliğine evlerine davet ederler ve içkisine ilaç katarak alıkoyarlar. Vicki sayesinde bu garip çiftin kurbanlarıyla, aynı zamanda birbirleriyle olan dinamikleri de değişmeye başlar. Birkaç kısa film ve Avustralya dizilerinin bazı bölümlerini yönetmiş olan Ben Young'ın ilk uzun metrajı olan, Venedik Film Festivali’nde ilgiyle karşılanan Hounds Of Love, iyi oyunculukların belirleyiciliğinde güçlenen psikolojik gerilimi ile diken üstünde tutan bir yapım. Ama bir ilk film olması sebebiyle bazı eksiklikleri de mevcut. Bu eksiklikler filmin genel gerilim dokusuna fazla zarar vermese de, bazen boşluk, bazen de şişlik yaratabiliyor.

Ben Young, hem gerilimli, hem dramatik, hem de rahatsız edici olmak istiyor ve bunları büyük oranda başarıyor. Ama bazı ağır çekim sahneleriyle vurucu olma çabası, şiddetin boyutlarını kapalı kapılar ardında veya kadrajın dışında seyirciye paslaması, Vicki ve annesi arasındaki çekişmeyi tam dolduramaması gibi etkisi kişiden kişiye değişebilecek tercihlerde bulunurken yüzeysel kalabiliyor. Filmde iki önemli kadın figür olarak Vicki'nin annesi Maggie ve Evelyn üzerinden, evlilik içinde kadının konumunu sorgulamaya soyunan Young, Evelyn ile bunu başarırken, neden sevecen doktor eşinden boşanıp kendi başına yaşamak istediği tam anlaşılamayan (özgürlüğüne düşkün bir yapıda olduğu gerekçesi dışında) Maggie ile bir boşluk yaratıyor. Başını sokacak bir ev, sofrada bir tabak için saplantılı bir şekilde aşık olduğu John ile yaşayan, onun aşağılamalarına, şiddetine, manipülasyonlarına katlanan Evelyn'in dramı, çoğu zaman Vicki'nin de önüne geçebiliyor. Vicki'nin John ve Evelyn arasındaki bu hassas dinamikleri sezip bunları Evelyn'e karşı kullanmasının sonuçlarını seyirciye bırakmakla birlikte, Ben Young'ın bu sonuçlarla klişelerden uzak durmaya çalıştığı da gözlenebiliyor.

Tabii Ben Young, ele aldığı hikayenin tüm klişelerinden kendini sıyıramıyor. Evelyn'in finalde yaşadıklarını oturtabileceğimiz zeminin kayganlığı, bu klişelerden biri. Elinden geldiğince uzun tutmak istediği bu final, bazen ağır ilerleyen dizilerdeki tekdüze anlayışa göz kırpmıyor değil. Elbette amacı gerilimi tırmandırmak, hatta sinir bozucu olmak ise bunu beceriyor. Fakat filmin gücünü büyük oranda oyunculara borçlu olduğu da bir gerçek. Avustralya sineması ve televizyonunun tecrübeli isimlerinden Stephen Curry, performansıyla Venedik Film Festivali'nden ödül alan genç oyuncu Ashleigh Cummings ve Brüksel Uluslararası Film Festivali'nden En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Emma Booth üçlüsü, belki de farklı bir üçlünün yaratamayacağı etkiyi yaratma konusunda çok başarılılar. Lady D'Arbanville (Cat Stevens) ve Nights In White Satin (The Moody Blues) gibi iki klasiğin çaldığı sahnelerdeki görsel estetik ve yine filmin kendini ağırlaştırdığı bazı anlarda yaratılmak istenen ev içi - ev dışı kontrastlı atmosfer, sonraki filmlerinde Ben Young'ın nasıl bir yol izleyeceğine dair birtakım fikirler oluşturuyor. Hounds Of Love, bir yönetmenin yıllar sonra "ilk filmim" demekten utanmayacağı, bunun yanında eksiklikleri de görebileceği bir film.

6 Temmuz 2017 Perşembe

The Belko Experiment (2016)


Yönetmen: Greg McLean
Oyuncular: John Gallagher Jr., Tony Goldwyn, Adria Arjona, John C. McGinley, Melonie Diaz, Owain Yeoman, Sean Gunn, Brent Sexton, Josh Brener, Rusty Schwimmer, Michael Rooker, David Dastmalchian, David Del Rio, James Earl, Benjamin Byron Davis, Gregg Henry
Senaryo: James Gunn
Müzik: Tyler Bates

The Belko Experiment, Güney Amerika'da bulunan ve kar amacı gütmeyen Belko şirketi tarafından iş gününün başlangıcında tesise kapatılan çalışanların başına gelenleri anlatıyor. Kapı ve pencereler çok güçlü metallerle kapatılmış, zaten izole bir mevkide konuşlanmış şirketin tüm haberleşme unsurları kesilmiş, devriye atan güvenlik görevlileri değişmiştir. İç anonsa bağlanan bir ses, 8 saat içinde binada bulunan 80 kişinin çoğunun öleceğini söyler ve birkaç aşamalı bir ölüm oyunu başlatır. İlk olarak herhangi iki iş arkadaşını yarım saat içinde öldürmelerini, aksi takdirde kötü şeyler olacağı yönünde tehdit eder. Kimileri inanmaz, kimileri panikler, mantıklı olanlar da çözümler üretmeye başlar. Ama birilerini öldürmek gibi bir çabaları olmayınca, üstelik yardım isteme yönünde girişimlerde bulununca 4 kişinin kafası patlar. Çünkü Belko çalışanları, yaptıkları anlaşma gereği kafalarına takip cihazı adı altında takılan küçük bombalarla çalışmaktadırlar. İlk görev yerine getirilmeyince yenisine geçilir. Buna göre iki saat içinde 30 kişi öldürülmez ise, 60 kişi bu yolla öldürülecektir.

Guardians Of The Galaxy serisinin yönetmeni James Gunn'ın senaryosunu yazdığı, üçüncüsü yapım aşamasında olan Wolf Creek serisinin yaratıcısı Avustralyalı Greg McLean'in yönettiği film, konusu yönünden Battle Royale, Exam, Das Experiment gibi filmleri kıyısından kenarından anımsatsa da, kendine has yöntemlerini uygulama niyetinde bir yapım. James Gunn, çok fazla soru serpiştirdiği giriş bölümünün cevaplarını finale sakladığını belli eder nitelikte, öncelikle bu olağanüstü durumun çalışanlara farklı yansımalarının üstünden geçiyor. Tansiyon yükseltmekteki başarısı, karakterlere de dramatik, mizahi ve tekinsiz açılardan gayet olumlu biçimde yansıyor. Hatta senaryo gereği zaten hızlı geçilmesi gereken bu girizgah, Gunn - McLean ikilisinin karakterleri benimsetme yönündeki hamlelerinin de üstesinden geliyor. Bu sayede psikolojik gerilimi heybesine koyan film, artık bir süre sonra kaçınılmaz olarak kanlı bir aksiyona dönüşmek zorunda kalıyor. Bu noktada iki Wolf Creek filminden hatırlayanların da garipsemeyeceği bir şiddet düzeyi, dozunu arttırarak üstümüze üstümüze geliyor.


Günümüzün zorlu iş yaşamında beyaz yakalıların mevki, kariyer, para hırsı uğruna gerekirse birbirlerinin ayağını kaydırmayı bile göze alabildikleri gerçeğini böylesine uç bir fanteziye taşıyan film, aynı şirket bünyesinde çalışırken de birbirlerini sevmeyenler, tam tersi birbirlerini hep kollayanlar, hatta birbirlerini hiç tanımayanlar gibi sınıflar olduğunu da dile getirerek ölüm oyununun dramatik kurallarını belirliyor. İnsanların gerçek yüzlerini ortaya çıkaracak mükemmel bir açmaz olan bu durumun karakterlere yansımaları da farklılık gösteriyor. Kimseyi öldürmeden bir çıkış yolu arayan Mike, kaçınılmaza hazırlıklı olmak isteyen acımasız yönetici Barry, birilerini öldürmeye gayet hazır Wendell ve Antonio gibi çeşitli karakterlerin çatışmaları, gerekli motivasyonları hazırlıyor. Üstlerinden gelen talimatlarla küçülmeye gitmek zorunda kalan, bu yüzden çalışanları işten çıkaran yönetici pozisyonundaki Barry'nin, artık bu şartlar altında belli kriterlerle seçtiği kişilerin kafasına sıkması gibi tuhaf örtüşmelere de kolaylıkla zemin oluşuyor. Ortalığı kan gölüne dönmüş bir esir kampına çeviren ikinci görevden sonra verilen üçüncü görevin tam bir insan avına dönüşmesiyle, belki son derece klişe bir yorum olacak ama, olay bir şirket binasında geçtiği için vahşi kapitalizmin birbirine düşman ettiği insanlar yorumunu yapmak zorunda hissedeceğiz.

Guardians Of The Galaxy ile fırtınalar estiren James Gunn, daha düşük bütçeli bir filmde kendini özgür hissetmiş olacak ki, karakter bazlı klişelerle oynayarak seyirciyi birkaç defa ters köşeye yatırıyor. O gün işe başlayan Dany, fırsat buldukça ot çeken ve en renkli karakterlerden biri olan Marty, tamirci Bud gibi karakterlerin akıbetleri pek umulduk gibi değil. Tabii ilk dakikalarda işyerinde aralarındaki gerilimi hissettiğimiz bazı karakterlerin de hesaplaşmalarını izlemek kaçınılmaz. Devam filmine (ya da filmlerine) göz kırpmakla kalmayıp el sallayan final, aşırı zeka ve beceri istediğinden pek inandırıcı olmasa da, farklı mekan ve kişilerle bu malzemenin ekmeği uzun süre yenebilir. Burada bırakılsa da kendi finalini iyi bir şekilde yaparak misyonunu tamamlamış bir film diyebiliriz kendisine. Şu sıralar Wolf Creek 3 ile meşgul olan Greg McLean, bazı ölüm sahnelerini oldu bittiye getirmesine, bazen gaza fazla basmasına, karakter derinliği yaratacağım derken Mike - Leandra çiftiyle normalden biraz fazla ilgilenip iç kıymasına rağmen, kara mizahı eksik etmediği sert tarzını sürdürüyor. Bu da şiddet meraklıları için pür dikkat bir 90 dakika anlamına geliyor.

2 Temmuz 2017 Pazar

Logan (2017)


Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Hugh Jackman, Patrick Stewart, Dafne Keen, Boyd Holbrook, Stephen Merchant, Elizabeth Rodriguez, Richard E. Grant, Eriq La Salle, Elise Neal, Al Coronel
Senaryo: Scott Frank, James Mangold, Michael Green
Müzik: Marco Beltrami

X-Men evreninin nevi şahsına münhasır ismi Wolverine, artık Logan olarak son kez beyaz perdede arz-ı endam etti. Bunun bir veda olduğu bilinci, farklı ellerde farklı şekillerde karşımıza çıkabilirdi. Zira karşımızdaki Wolverine, artık o anlı şanlı Wolverine değil, New Mexico'da limuzin şoförlüğü yaparak para biriktiren, sınıra yakın bir yerde köhne bir depoda yaşayan, saçı sakalı birbirine karışmış yaralı ve hüzünlü bir adam. Üstelik bu depoda X-Men camiasından mutant Caliban ile birlikte, artık yatalak bir hasta durumuna düşmüş Profesör Charles Xavier'a bakmakta. Bu diyarlardan gitmeye niyetli ama para biriktirmesi gerekiyor. Mecbur kalmadıkça o malum kılıçlarını kimseye çekmiyor. Film, buna mecbur kaldığı bir sekansla başlayınca ve mecburen ortalık kan gölüne dönünce, sanki küllerinden tekrar doğacak olan düşmüş bir süper kahraman hikayesi daha izleyeceğimiz düşüncesi hasıl oluyor. Bu da 13-14 yaş kitlesinin sevdiği türden bir süper kahraman filmi kokusu yayıyor ki, Logan'ın o tip bir film olmayacağı zaten önceden duyurulmuştu.

17 yaş altına yasaklı X-Men uzantısı bir film, akıllara Deadpool'u da beraberinde getiriyor. Ama Deadpool'un büyüklere yönelik matrak bir çizgi film sertliği içeren duruşunun aksine, Logan yine yetişkinler için sert olduğu kadar hüzünlü bir hikayeye sahip. 2029 yılında geçen, X-Men klanının tarumar olduğu, 25 yıldır hiçbir mutantın doğmadığı, Charles'ın ilaçlara bağlı yaşadığı, alkolün pençesindeki Logan'ın eski günlerinden uzakta bezgin bir adama dönüştüğü bu hikaye, birgün Logan'ın karşısına çıkan Meksikalı bir hemşire ve kızı olduğunu söylediği mutant Laura ile rayına oturuyor. Ulusal Güvenlik Teşkilatı'nın çocuklar üzerinde acımasız mutant deneyleri yaptığı gizli bir tesisten kaçan Laura'nın kendi gibi genç mutantlarla buluşacağı Kuzey Dakota'ya gitmek zorunda oluşu, para karşılığı bu işi Logan'ın üstlenmesi, haliyle peşlerine Narcos dizisinden tanıdığımız Boyd Holbrook'un canlandırdığı Pierce ve Dr. Rice liderliğindeki bir ordunun düşmesi, Logan'ı bir kaçış, bir yol filmine dönüştürüyor. Tabii ki, süper güçlerin gerektirdiği özel efektler, X-Men evrenine dair fantastik mantık düzlemi Logan'da da biraz mevcut. Ama aslen Logan, insani duruşuyla, salaşlığıyla, hüzünlü omurgasıyla gerçeğe yakın durmak isteyen bir final. Bu farklı anlatımın en önemli ismi de James Mangold.

Filmin senaryosunu Scott Frank ve Michael Green ile birlikte yazan Mangold, Cop Land (suç), Girl, Interrupted (biyografi, dram), Kate & Leopold (romantik komedi), Identity (gerilim), Walk The Line (biyografi, müzikal), 3:10 To Yuma (western), Knight & Day (aksiyon) gibi farklı kulvarlara girip, yüzünün akıyla çıkmış bir yönetmen. 2013'teki vasat bilim kurgu / aksiyon The Wolverine de ona ait. Belki Logan'ın vedasını en iyi işleyebilecek isimlerden biri olması neticesinde, hem elini korkak alıştırmıyor, hem de bir vedada olması gerekenleri kaçırmamaya çalışıyor. Kusursuz bir veda, bir başyapıt ortaya koymuyor belki. Ama vedanın hamurundaki hüznü, toz, kan, ter, kir, pas ile karıştırarak farklı bir süper kahraman filmi ortaya çıkarıyor. Laura'nın gücü ile ilgili erken açıklanması gereken sürprizin ardından gerçekleşen kaçış, genel olarak standartlarda seyrediyor. Bazen yeterince sürükleyici ya da ikna edici olmuyor. Dramatik gücünü arttırmak için uzayabiliyor. Yol üzerindeki sakin durakların yaklaşan tehdit ile birlikte savaş alanına dönmesi, özellikle finale doğru aksiyonun tavan yapması da bu standartların bir parçası. Ama Mangold, LoganCharles'a karşı bir evlat, Laura'ya karşı bir baba rolleri içinde de kabullenmemizi istiyor. Elinde de gerekli dramatik donanım ve bu rollerin üstesinden gayet iyi gelebilen en güçlü karakter oyuncularından biri olarak Hugh Jackman var. Bu yüzden Wolverine efsanesine Logan olarak hak ettiği vedayı sunabiliyor.